ROSS LOVEGROVE İLE YAPILAN SÖYLEŞİ

Yatağınızın başucunda hangi kitap ya da kitaplar yer almaktadır?
Benim yatağımın başucunda komodin yok. Üst üste konmuş kitaplardan oluşan bir dağ var sadece. Tümü de sanat ve mimariyle ilgili kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi. Birde tabii kendime ait sergi katalogları…

Tasarım ve mimariyle ilgili dergileri takip ediyor musunuz?
Dergi okumayı pek sevmediğimi söylemem lazım. Alırsam da bilimsel olanları tercih ediyorum.

Çocukken tasarımcı olmak gibi bir hayaliniz var mıydı?
Hayır kazara oldum diyebilirim. Ailemde kimsenin tasarımdan uzak , kayın ilişkisi yok. Galler’de asker kökenli bir ailenin çocuğuyum ben. Ancak mesleğimde askeri disiplinin çok faydasını gördüm. Oradan edindiğim strateji bilgisi organizasyon konusunda çok yardımcı oldu bana. O yaşlarda tasarımcı olacağımı bilmesem de şekillere karşı her zaman ilgim vardı.

Sayısız tasarıma imza attınız. En çok kimin için bir şeyler tasarlamak istediniz?
Tanıdığım en büyük müzisyen olan David Bowie için tabii ki… Eğer günün birinde benden, kendisi için değişik bir enstürman tasarlamamı isterse memnuniyetle yaparım.

Bugüne kadar ortaya çıkardığınız işler ve çalışmalarınız hakkında diğer tasarımcı ve mimarlarla tartışır mısınız?
Bu tip konulara sonuna kadar açığım. Yaptığım her iş konusunda kimle olursa olsun konuşmaktan çok mutlu olurum. Meslektaşlarımdan birçoğu bunu yapmaktan nefret ederler oysa ki… Gerçi arkadaşlarımla genellikle mimari ve ünlü mimarlar hakkında konuşmayı yeğlerim. Son zamanlarda ortaya çok ünlü mimarlar ve onların ilginç ve önemli işleri çıkmaya başladı çünkü.

En yakın arkadaşınızdan birine sorsak sizin tarzınızı ne şekilde anlatır?
İlk olarak şunu söylerdi heralde; Ross Lovegrove bir tasarımcıdan çok duygusal biyologtur!Tasarım nedemek bilmiyorum çünkü ben sadece formdan anlıyorum ve form oluşturuyorum. Üstelik bunu dijital olarak yapabilmeye bayılıyorum, bu konuda teknolojik olanakların her geçen gün biraz daha artmasını arzu ediyorum. Benim bütün tasarımlarımda doğaya ve doğal formlara bir gönderme vardır. Onları uygularken biraz küçültüyorum, o kadar. Buna “organic essentialism” diyorum. Yani her şey olması gerektiği gibi, ne daha az ne daha çok. Bu organik, izomorfik, antromorfik formlarla kendimi rahat hissediyorum. Hiçbir formu ihtiyacının dışında deforme etmiyorum.

En fazla içinize sinen projeleriniz hangileri?
Kişisel projelerim, çünkü anları sadece kendim için yapıyorum. On yıldan fazla bir zamandır kendim için tasarlıyorum, bunları henüz hiç kimse görmedi. Bu yıl New York’taki Philips de Pury’de “ENDURANCE” adını vereceğim bir sergide ortaya çıkarmayı düşünüyorum bu çalışmalarımı.

Tasarımlarınızda ki evrimi açıklayabilir misiniz?
Mesleğin ilk yıllarında çalışmalarım tamamen deneysel amaçlıydı. O nedenle çevreden aldığım etkiler çok net şekilde görülebiliyor. Onları yaparken nerede olmam gerektiğini keşfettim. Örneğin Kraliyet Sanat Akademisi’ndeki öğrencilik yıllarında bir kamera geliştirmiştim. Çünkü kullandığımız fotoğraf makinelerinin tüm formları, renkleri ve doğal yapıyı yansıtmadığını düşünüyorum. Tasarladığım kamerayla bu kısıtlamalardan kurtuldum. Şu anda ise sütüdyomda kendi ellerimle yaptığım bir merdiven var. Tümüyle beni ve isteklerimi yansıtıyor. Minimum meteryal içeriyor, son derece zarif bir forma sahip ve teknolojik olanaklar kullanılarak yapıldı. Okul zamanlarımda yaptığım o kameraya baktıkça, ne kadar abartılı bir iş çıkardığımı bu merdiveni gördükçe daha iyi anlıyorum.

Tarihteki ünlü tasarımcı veya mimarlardan etkilendiğiniz zamanlar oluyor mu? Onlara ait parçaları kullandığınız tasarımlarınız oldu mu?
Tahmin ederim, eski sanatçıların yapıtlarından etkilenmekten daha fazlasını yaşadım ve yaşıyorum. Örneğin bana göre Jackson Pollock bir dahi. Onun tasarımlarında gördüğüm tasarım çılgınlığını kıskanıyorum adeta. Böylesine bir derinlik bana gerçekten inanılmaz geliyor. Popüler külütr gerçekten değerlerin farkına varmıyor artık. Kalıcılığı olmayan fikirler, geçici tasarımlar… Oysa ben bunların hiçbiriyle ilgilenmiyorum. Uzun ömürlü fikirlerle ilgileniyorum. Bunun için çok uzağa gitmeye gerek yok, Renzo Piano’yu söyleyebilirim hemen. Mariko Mori, Shigeru Ban, George Nelson ve Anish Kapoor’u söylemeden geçmek olmaz. Özellikle Mori’nin işlerini çok ruhani buluyorum. Başka hiç bir tasarım bana onun hissettirdiklerini tattırmıyor.

Çağdaş tasarımcılar ve mimarlar hakkındaki düşünceleriniz…
Çok fazla sayıda isim ve yaklaşım var. Şu an bilinen isimlerden biri olan Kazuyo Sejima örneğinde olduğu gibi… Yüzeyleri yeniden yorumluyor, malzemeleri olduğundan daha efektif bir hale getiriyor. Yeni nesil tasarımcıların teknolojik olanakları, özellikle de bilgisayarı nasıl bu kadar yaratıcı hale getirdiklerini gördükçe hayretler içinde kalıyorum. Eminim ki, önümüzdeki on yıl içinde formların ne kadar çok değiştiğini gözlerimizle göreceğiz.

CAN YALMAN İLE MİMARLIK ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Haliç Kültür Vadisi, İstanbul’u zenginleştirecek…

İstanbul’da Beyoğlu ile tarihi yarımadayı birbirinden ayıran haliç, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin projesiyle, 16 kilometrelik sahil şeridi, müze ve kültür merkeziyle donatılarak kültür vadisi haline gelecek.

İşte Can Yalman da İstanbul’da en beğendiği proje olarak orayı işaret ediyor ve Haliç Kültür Vadisi’nin şehre çok şey katacağını söylüyor.

Nasıl bir İstanbul hayal ediyorsunuz?
Hayalimdeki istanbul çok temiz, iyi tasarlanmış, huzurlu, saygılı ve doğayla barışık bir istanbul. Gaerçekten insanların birbirine saygı gösterdiği, kendileri ve etrafı ile barışık bir şehirde yaşamak istiyorum.

Bu şehirde en çok beğendiğiniz proje hangisi?
İstanbul Kültür Vadisi projesi en beğendiğim proje. Bu kadar zengin bir geçmişi olan bu toprakların üstüne kurulacak bu vadi modern sanat müzesi, kültür sarayı, teknoloji müzesi, Feshane, tersaneler, tasarım fuarları gibi bir çok bileşeni bir araya getirecektir ve İstanbul’un gerçek bir kültür başkenti olduğunu ispatlayacaktır.

Seçtiğiniz proje İstanbul’a neler katıyor?
İstanbul’un bir su kenti olarak değerini güçlendirecektir. Çok yeterli kullanamadığımız Boğaz hattının en parlak simgesi olacaktır ve zaten eşi olmayan Boğaza bir taç konduracaktır. Birçok önemli şehrin mimari sembolleri vardır. Bu proje de tarihi yarımada ile birleşerek İstanbul’u tüm dünyaya kültürel bazda yansıtabilecek bir proje olabilir.

Haliç Kültür Vadisi’ni yeniden yorumlasanız neleri ekler, neleri çıkarırsınız?
Çok istediğim bu proje mimari başyapıtın eklenecek olması, belki bir 1000 sene sonra saygı ile anılacak modern bir mimari eserin İstanbul’da bulunmasını isterdim.

İstanbul’dan vazgeçebilir misiniz? Neden?
Zaten bir zamanlar İstanbul’dan vazgeçmiştim ama geri döndüm. İstanbul çok özel bir şehir, hemen yakınlaştırmayan biraz ürkütücü, çok hızlı akan bir şehir, hiç durmayan enerjisine kendinizi kaptırabilir, aşıklar gibi kaybolabilirsiniz İstanbul’da. Bunların yanında çok sıcak, tanıdık hiç değişmeyen, huzur dolu bir İstanbul daha var ki, ben bundan vazgeçmem.

İstanbul’u eksikleri ve fazlalarıyla diğer metropollerle kıyaslar mısınız?
İstanbul en çok bana New York’u andırır. Bitmeyen enerji dolu, tarzların, kültürlerin çakıştığı heyecan dolu bir şehir.

Bu şehri tasarımla anlatmak isteseniz, ortaya nasıl bir form çıkar?
İstanbul tasarımın süprizlerle dolu, katmanlardan oluşan, kendini yenileyebilen, hiç bitmeyen bir ömrü olan, son derece hoş bir siluete sahip heykelimsi bir tasarım olurdu herhalde.

GÖKHAN AVCIOĞLU İLE YAPILAN SÖYLEŞİDEN KISA KESİTLER

Kuum projesine nasıl başladığınızdan ve projenin tasarım sürecinden söz eder misiniz?
2000 yılından itibaren gerek İstanbul, gerek New York ve şimdilerde de Paris stüdyomuzda yapmaya çalıştığımız, modernist şablonların dışında, projeye yönelik, dolayısıyla arsasına yönelik ya da arsası olmayan, geliştirmeye açık, herhangi bir yerde inşa edilebilecek yapılara yönelik projeler üzerinde çalışmaktayız.
Bu yapıları ikiye ayırıyoruz, ilki bağlamdan hareket ettiğimiz yani belirli bir arsa, belirli bir alan ve bu alanı çevreleyen yapılar. Birde konsept üzerinden hareket ettiğimiz, daha çok bina kavramı ve inşa etme konseptiyle ilgili gelecek projelerde nasıl davranabileceğimizi araştırdığımız projeler var. İstanbul’daki ofis, burası daha fazla yapıya ihtiyaç duyuyor olduğu için bu konularda düşündüklerimizi uygulamaya yoğunlaşıyor. Kuum da bu projelerden biri. Kuum’un arsası deniz kenarında ve 350m gibi güzel bir sahil uzunluğu olan üçgen bir arazi. Bu arazi üzerinde en dar noktadan bir hareketi kullanarak, bunu arazideki eğimle birleştirerek binaların hem kendi aralarında hem araziyle ve manzarayla ilişkilerinde en yüksek verimi alabileceğimiz bir yerleşim üzerinde çalıştık. Bunun gerçekleştirilmesinde de çok bildik ama geliştirilmiş yöntemler kullandık. Birincisi verilerin ortaya çıkarılması için, ikincisi de uygun alanlar ve büyüklüklerin oluşturulması için küçük bir yazılım hazırladık.Gerçek anlamda nasıl optimize edebileceğimizi, gerçek bina büyüklüklerini nasıl belirliyebileceğimizi araştırırken bunlara tabi ki yönetmeliklerin tanımladığı büyüklükler, binalar arası mesafeler, kat yükseklikleri gibi birtakım veriler de dahil edildi. Bir otel ve konut grubu yapılması planlandı. Bizim arazi imkanlarımızı imar haklarımız ne olursa olsun bir konsept ya da fikirle -ki bu daha önceden bu tür deneyimleri olan İrfan Kuriş ile beraber geliştirildi- belirlenen, en fazla 65 odalık büyüklüğü geçmeyen bir proje tasarlandı. İmar yönetmeliğinde hakkımız olmasına rağmen tek bir bina yapmak yerine parçalanmış, evken otele, otelken eve dönüşebilecek ve bu dönüşleri kaldırabilecek yapılar üzerinde çalıştık. Bu veriler üzerinden bir bilgisayar modellemesi yaptık. Binaların şekilleri ve arazideki birbiriyle ilişkileri, doğal ya da bizim tarafımızdan yaratılmış yapay eğriler arasında bunların 3. boyuttaki ifadeleri üzerinde çalıştık. Tasarım sürecinin genel çerçevesi budur.

Bodrum’un turizm odaklı yapılarla, hafta sonu evlerinin ya da yalnız konutların bulunduğu bir yer olmasına dair genel fikre karşın, 12 ay kullanılabilen, orada sürekli olarak yaşam sağlayabilen, kendi kendine yetebilen hatta dışarıya destek veren birimlerin olması ve bunun ticari olarak da projeyi desteklemesi istendi. Bunun için yer altına yerleştirilmiş spa ve hamam yapısı var; bu deniz suyunu, denizden gelen sağlığı kullanan bir spa. İkinci alternatif olarak ana restoranın dışında bir balıkçı restoranı var. Bu restoranın önünde yerinin imkanlarını kullanarak denize bir kıskaç şeklinde uzanan bir iskele var ki bütün deniz şamatasını bunun üzerinde gerçekleştiriyor ve tekneler dışarıda duruyor. Ayrıca evler etrafında bir iskele var.

Organik mimari örneği olarak tanımladığınız bu projede organikliği nasıl ele aldığınızı ve kimin organik mimarisini kast ettiğinizi açabilir misiniz?
Bizden öncekilerin tümünün kast ettiği anlamda bir organik mimariyi kast ediyorum. “Bu nereden kaynaklanıyor?” derseniz ben üçe ayırıyorum mimarlık tarihini. 19. yüzyılın sonuna, 20. yüzyılın başına kadar olan dönemi, daha çok yapıların ayakta kalması için çalışılması, kendi içerisinde uzun zaman alan gelişmelerin yer alması ve ortak birkaç formül ve malzemenin kullanılması nedeniyle “tez dönemi” olarak adlandırıyorum. İnsanlık tarihinde yapılanlar genelde taştan, ahşaptan ve bunları bağlamak için kullanılan çeşitli tekniklerden ve matematiği kullanarak geniş açıklık, az açıklık, çok ayaklı, ayaksız, kubbeleme, kemerleme gibi belli teknikler kullanılarak gerçekleştirildi. Pek de farklı tekniklerin olmadığı, çok uzun bir dönem bu. Değişiklikler ve gelişmeler yüzlerce yıl alabiliyordu. Bu uzun dönemde ana hatlarıyla taşıyan ile taşınan arasında bir denge vardı ve bunlar birbiriyle örtüşüyordu; taşıyan hem taşınandı, hemde kullanılan yüzeydi. Mekan açıklıkları için belli malzemelerden ve onların bağlayıcılarından kaynaklanan belli, kısıtlı ve vokabüleri vardı. Fakat 20. yüzyılla beraber taşıyan-taşınan dengesinin bozulması, malzemenin parçalanması ve daha çok şantiye dışında üretilip şantiyeye getirilmesiyle ve de gelişen başka tekniklerle beraber çok geniş ve birbirinden farklı vokabülerler oluşmaya başladı. Restorasyon bile aslında modern bir düşüncedir. Bu modernist dönem bir yandan değiştirmek, yıkmak yenilemekle ilgiliyken bir yandan da kendini korumakla ilgili bir yöntem de geliştirdi. Fakat 20. yüzyılın sonunda bir şey fark ettik ki bu, bir yandan çok büyük gerilimlerin ve değişimlerin olduğu bir çağ olmakla beraber bir yandan da çok büyük tahriplerin, çok büyük yaparken bozmaların olduğu bir dönem oldu ve hemen hemen her şey denendi. Onun için bunu “antitez dönemi” olarak adlandırıyorum. Şimdi biz bunların son çeyreğinde yaşamış insanlar olarak 2000 yılından itibaren bu yeni dönemde bir “sentes dönemi” yaşıyoruz. Hangi konularla hala tez döneminden yararlanabileceğini araştırıyoruz.
Halbuki antitez dönemi, tez döneminden yararlanılacak şeyleri çok açık bir şekilde yasakladı, geçmişin birşey kazandırmayacağını ileri sürdü. Bu sentez dönemindeyse bizim modernist şablonlarla belirlenmiş bir bakışımız yok, dolayısıyla benim katıksız, inançlı bir modernistten çok farklı bir bakış açım gelişiyor. Örneğin taşı kullanarak, taş bir yapı yapmak beni rahatsız etmiyor ya da kaplamayla, ikinci bir kabukla uğraşmak beni, bir modernisti olduğu kadar rahatsız etmiyor.

Şimdi dijital teknoloji ile beraber biz bu sıkıştırılmış zamanı kullanarak modern başarılardan ya da başarısızlıklardan ders çıkararak yeni bir sentez yapmaya çalışıyoruz. Modernizmin beş-altı kişi tarafından gerçekleştirilmiş klişe sloganlarının dışında bir bakış açısı geliştiriyoruz. Bu, Osmanlı, Bizans organiğide olabilir, İskoçya’da ki bir köy evinin organiği de, hiç fark edemez. Dolayısıyla tarihte adres verebilecek, referans alınabilecek çok geniş bir külliyat var. Bütün hikaye, modernistlerin “geçmişe bakma, tarihi referans alma” doktrini gibi yasakladığı şeylerin üzerine gitmek ya da sadece 90 derece üzerine geliştirilmiş bir estetiği kırmak.

Ayrıca mimar ve mühendis tez dönemlerinde tek bir kimlikken antitezde sanki mitoz bölünmeyle çok parçaya ayrıldı. Birbirini duymaz, anlamaz oldu. Önümüzdeki ilk çeyrek yüzyıl bu iki kimliği yeniden birleştirmeye geçecek.

KUUM’daki tüm yapılar tek tek tasarlanmış gibi bir izlenim uyandırıyorlar.
Ben Kuum projesine kadar, gerek bodrum bölgesinde, gerekse diğer bölgelerde birden fazla yapı ya da ikiz yapı yapamadım. Yapılar ikiz olsa dahi aralarında bir farklılık olması lazım, her yapının kendine ait arazisi olmasıyla, dünyanın belli bir noktasında yapılıyor olmasıyla ilgili farklı bir durumu vardır, dolayısıyla bir çeşitlilik gerektirir. Buna rağmen bugün hala mimarlar arasında bile proje hesaplanırken 30 bina grubu varsa, biri esas alınıp diğerleri ondan kopyalanarak yapılıyor. Kuum projesinde hemen hemen her bina duruşu, gelişmesi, manzarayla, yan binalarla ilişkisi nedeniyle tamamen ayrı bir bina gibi ele alındı. Ve projenin tamamı, tek tek binalar olarak değil, çeşitli bina birimlerinden oluşan tek bir proje gibi ele alındı. En ufak bir değişiklik tüm yapılara etki yapıyor. Bunu yönetmek modernist sistemle yapılabilecek bir iş değil. Binalar sanki antitez döneminden önceki gibi, ayrı ayrı zamanlarda konmuş bir his vermeli ama aynı zamanda modernist dönemdeki gibi bir hızda inşa edilmeliydi. Bunu birleştirmenin yolu yeni yöntemler bulmaktı. Daha önce birçok müşterimle bu konuda anlaşma sağlayamadım, hem proje ücreti daha fazla geldi hem de benim düşündüğüm yöntemle inşaat onlara göre çok uzun zaman alacağı için göze alamadılar, dolayısıyla ben yan yana iki bina bile yapamadım. Kuum böyle çalışabildiğim ilk projedir.

 

 

 

İÇ MİMARLIĞIN GELECEĞİ HAKKINDA YAPILAN SÖYLEŞİ

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) tarafından bu yıl birincisi düzenlenecek olan İç Mimarlık sempozyumu’nun başlığı “Mekan Tasarımında Geleceğe Yönelik Yaklaşımlar”. Sempozyum Düzenleme Kurulu üyelerinden Yard. Doc. Dr. Saadet Aytıs, Yard. Doc. Dr. Burak Tansel, Yard. Doc. Dr. Senem Onur, Yard. Doc. Dr. Osman Arayıcı, Arş. Gör. Dr. Özkal Barış Öztürk ve Asistan Damla Altuncu, iki yılda bir düzenlenecek olan sempozyumun nasıl ortaya çıktığı, içeriği ve sempozyumdan beklentileriyle ilgili soruları yanıtladılar.

Bu yıl birincisi düzenlenecek olan Ulusal İç Mimarlık sempozyumu nasıl ortaya çıktı?
Saadet Aytıs: MSGSÜ iÇ Mimarlık Bölümü olarak bizler, Türkiye’de bugüne kadar yapılan sempozyum, seminer ya da konferanslarla iç mimarlık mesleğine hizmet eden yoğunlaşmış bir çalışma olmadığının, bunların ya iç mimarlık eğitimi ya da mimarlık mesleğiyle sınırlı kaldığının uzun zamandır farkındaydık.
1925 yılından bu yana iç mimarlık eğitimi veren ve meslek adamları yetiştiren bir bölüm olarak bu misyonu üstlendik ve herkesi kucaklayacak, bütün üniversitelere açık, onlarla zenginleşecek bir çalışma oluşturma hedefiyle yola koyulduk.

Seminerin içeriği nasıl oluşturuldu? Katılımcıları ve sunulacak bilgileri hangi ölçütlere göre seçtiniz?
Saadet Aytıs: Bütün üniversitelerin, mimarlık, iç mimarlık, endüstri ürünleri yani iç mimarlıkla doğrudan ve dolaylı olarak birbiriyle kesişen bütün bölümlerini haberdar ettik. Sektöre duyurmaya çalıştık ve talep toplama sürecimiz oldu, yoğun taleple karşılaştık. Bu yoğun talebi bilim kurulumuz ve sempozyum düzenleme komitesi birlikte çalışarak değerlendirdi, bildirilerin sempozyumun temasına uygun olmasına önem verildi. Sonuçta üç günlük dolu dolu bir program oluşturacak şekilde bir düzenleme yaptık, onları bildiri sahiplerine duyurduk; 22-23-24 Ekim tarihlerinde üniversitemizde, Türkiye’nin iç mimarlarımı kucaklayan bir etkinlik gerçekleştireceğimize inanıyoruz.

Bu sempozyumdan beklentiniz nedir? Sempozyumun iç mimarlık mesleğine ve sektöre nasıl bir faydası olacağını düşünüyorsunuz?
Saadet Aytıs: Öncelikle herkesin, bizim ortaya attığımız konu çerçevesinde kendi bilgisini paylaşmasını istiyoruz. Çünkü mimarlık-iç mimarlık bütününde paylaşmak ve ortak disiplinleri birlikte kullanabilmek çok önemli. Onun için birbirimizden haberdar olmalıyız. Biz derken tüm mimarları, iç mimarları, tasarımcıları, mekan tasarımcılarını kastediyorum. O yüzden sadece iç mimarları ya da mimarları davet etmedik, aslında mekanla ilgili her türlü çalışmaya açığız. Birileri bir konuda araştırma yapar, diğerleri bundan haberdar olmazsa, o yeterince bilimsel değildir diye düşünüyorum. Paylaştığınız zaman hem sektörde hemde eğitimde kendiniz keşfedeceğiniz adımı, basamağı başkasıyla beraber daha rahat çıkabilirsiniz. Bir dayanışmanın şart olduğunu düşünüyorum.

Osman Arayıcı: Her sektörde olduğu gibi iç mimarlıkta da, Türkiye’de bu endüstri içerisindeki imalatçılar hep taklit etme, daha ucuza imal etme eğilimi içerisindeler. Üretim yok, sadece taklit var. Oysa dünyaya baktığınızda yenilikçi, araştırmacı ve bu iş için yatırım yapan ülkeler var.Başta sürdürülebilirlik, ekolojik tasarım vb. olmak üzere, tüm dünya, bütçelerinin önemli bölümünü buna yatırmış durumda. Türkiye’deki üreticilere en azından bu konuda ışık yakmak, bu konuda araştırmalar yapılmasını desteklemek ve şu anda yapılan araştırmaların sesini duymak istiyoruz. Çünkü basın televizyon, internet ortamı sayesinde, insanların kendi aralarında konuşmalarıyla ya da ufak bültenlerle üreticilerin kulağına bu araştırmaların gideceğinden eminsiniz. Sempozyumun en azından bu araştırmaları yapan insanların iletişim kurmasını sağlayacak bir köprü olmasını ümit ediyorum.
İç mimarlık endüstrisinin içinde olan ve bu endüstriyi besleyen bir konum olarak en azından bu konuya katkıda bulunmak istedik.

Senem Onur: Sempozyum konularımızın ana başlıkları her yerde konuşuluyor ve bu konularda araştırma yapan birçok akademisyenimiz var. Bu konular böyle bir ortamda hiç yüksek sesle konuşulmamıştı. Sempozyumun bu konular için iyi bir ortam olacağını düşünüyorum, bunları yüksek sesle konuşma, duyurma, tartışma fırsatına sahip olacaklar.

Damla Altuncu: Ortak alanlarda çalışanlar, diğerlerinin ne yaptıklarını çoğu zaman akademik ortamda göremiyorlar. Bu sempozyumda özellikle seçmiş olduğumuz kimi bildiriler birbirine zıt fikirleri barındırıyor. Biz hep atıflarda bulunarak, belli dergilerde makaleler yayınlatarak, pasif şekilde bazı konuları tartışıyoruz ama burada zıt fikirlerde olan iki insanı yan yana oturtup fikirlerini birbirlerine anlatmalarını sağlayacağız, belki bu ortak bir paydada buluşmalarını bile sağlayabilir.

Özkal Barış Öztürk: Aslında bahsetmek istediğimiz konulardan biri de başlamış olduğumuz yolun, girmiş olduğumuz yolun bulunduğumuz ülke ve akademik ortam düzleminde ne kadar riskli olduğudur.
Hareketsiz süren akademik hayat çalışmaların, bu tür platform niteliklerinin sıkışmasıyla patlayacak ve aslında gerçekten bilimsel ortamın ne olduğu, neyi paylaşmak zorunda olduğumuz, paylaşırken de onu gerçekten samimiyetle paylaşıp paylaşmadığımız böylesi bir platformda ortaya çıkacaktır.

Özel sektör ve üniversiteler arasında güçlü bir iletişim olduğu söylenemez. Sizce sempozyumun bu iletişimi güçlendirmeyle katkısı olacak mı?
Burak Tansel: Yapılan çalışmalarda, sempozyumlarda, konferanslarda şöyle bir eksiklik var; genellikle bilimsel çevre bir araya geliyor ve konuşulanlar, tartışılanlar orada kalıyor. Biz özel sektörden ilgi bekliyoruz. Herkesin belli bir beklentisi var, o beklenti olmadan yardımcı olmuyor ya da hiç ilgilendirmiyor. Ancak belki biraz popülarite artarsa, önem sırası yükselirse belki o durumlarda bazı basın organları ilgi gösterir. Sesimizi neler yaptığımızı duyurmamız gerekiyor, özel sektörden çok sayıda davetlimiz var, katılımlarını bekliyoruz.

Senem Onur: Bizler yetiştirdiğimiz öğrencileri aslında sektöre yetiştiriyoruz. Tabii ki sektördekilerde kendileriyle beraber çalışacak kişilerin nereden çıktığını, nerede eğitildiğini biliyor. Dolayısıyla üniversitede eğitim alanında, sektörle üniversite işbirliği yapıp kol kola verip paylaşımlarda bulunurlarsa birbirlerini desteklemiş olacaklar. Zaten öğrenci buradan mezun olduktan sonra bir süre ofislerde çalışmak zorunda kalıyor, ihtiyaç duyuyor. Onlarında yeni mezunlara ihtiyacı var. Henüz üniversite yıllarındayken sektörün öğrencilere “Siz orada ne yapıyorsunuz?” demesi belki bu sempozyumlar aracılığıyla olabilir.

TAKA-TUKA -LAND ANAOKULUNUN MİMARİ YAPISI

Baupiloten, Taka-Tuka-Land Anaokulu’nda çocukların kendi mekanlarını tasarlamalarına olanak tanımanın ötesinde onların fikirlerinden yola çıkan mimari yorumların onları nasıl heyecanlandırdığını da gözleme şansı yakalamış.

Proje Adı: Taka-tuka-Land Anaokulu
Mimarlar: Susanne Hofmann ve Baupilotenekibi. Niklaus Haller, Daniel Hülseveg, Annika Köster Christian Necker, Katrin Jutrowski, Anna Meditsch, Anne Pind, Mirko Wanders
Malzemeler: Su geçirmez kumaş, branda, meşe ahşabı, orta yoğunluklu fiber panel.

Anaokulunun adı olan Taka-Tuka-Land (Cincin Adası) nereden geliyor ve tasarım sürecinde bu ad nasıl yorumlandı?
Susanne Hofmann: Astrid Lingren’in yazdığı Pippi Uzunçorap Cincin Adası’ndabaşlıklı çocuk kitabı, yalnızca anaokuluna adını vermekle kalmadı, aynı zamanda mimariyede yansıdı. Baupiloten ve çocuk bakıcıları, çocuklara kendi Cincin Adası vizyonlarını tasarlamalarında esin verdi. Şarkı söyleyen köprüler, kulübeler, taç yapraklardan atlıkarıncalar, Pippi’nin babasının deniz kabuğundan tahtı, Baupiloten’e çocukların yeni anaokulları için hayal ettikleri mekansal niteliklerin ipuçlerını verdi. Kolajlar ve mimari maketler aracılığıyla fikirlerimizi anaokulu çalışanları ve çocuklarla paylaştık. Böylelikle son kullanıcılar yapılı çevrenin tasarımına doğrudan dahil edilmiş oldular. Çocukların gündelik rutinlerinin ve oyunlarının gözlenmesi de Baupiloten’e esin verdi.

Cristian Necker: Baupiloten ekibinden biri tüm anaokulunun yaşlı bir ağacın gövdesinin içine oturduğu bir çizim yaptı. Hepimiz bu konsept çizimi beğendik ve o andan itibaren tüm anaokulunu Pippi’nin evi Villa Villekulla’nın önünde yer alan, Pippi’nin içine saklandığı ve arkadaşlarıyla oyunlar oynadığı her dem yeşil meşe ağacı olarak yorumladık.

Bu, sıradan bir anaokulunun eğlenceli bir ortama dönüştürülmesi projesi. Çocuklar nasıl bir mekan hayal ettiler?
Susanne Hofmann: Çocuklarla gerçekleştirdiğimiz ilk atolye çalışmasını Pippi Uzunçorap’ın ve Cincin Adası kralı olan babası Ephraim’in öyküsü üzerinden yürüttük. Pippi fantastik güçleri olan, dünyasını kendi isteklerine göre biçimlendiren bir kız. Anaokulu öğretmenlerinin yardımıyla çocuklar hayal ettikleri Cincin Adası’nın kolajlarını ve maketlerini yaptılar: şarkı söyleyen köprüler, küçük kulübeler, Pippi’nin babasının deniz kabuğundan tahtı. En nihayetinde çocukların tümü Cincin Adası’nın egzotik dünyasına dalmak için kendi taçlarını yapmak istedi.

Cristian Necker: Başka bir atölye çalışmasında, çocuklar Pippi’nin renkli evini deniz kabukları ve ağlarla inşa ettiler. Çocuklar ağa tırmanmak istediklerini, ağın aynı zamanda Pippi ve arkadaşlarını hırsızlardan koruduğunu söylediler.

Katılımcı tasarım bir noktasında tasarımcının müdehalesini gerektiren bir yöntem. Hangi noktada tasarımı üstlendiniz?
Çocuklar tasarım süreci boyunca projeye dahil oldular. Tüm duygularıyla maketleri derinlemesine incelediler, büktüler ve salladılar. Kreşe giden çocuklar hayal ettiklerini sözcüklere dökemiyorlardı henüz; dolayısıyla yaptığımız birçok sunumla çocuklar ve öğretmenleri mimari önerilerimiz hakkında yorum yapma, en çok beklediklerini seçme ve tercihlerini belirtme şansına sahip oldular. Baupilotenolarak hangi maket ve eskizlerin üzerinde çalışmaya devam etmemiz gerektiğini anlamak için çocukların tepkilerini dikkatlice gözlemledik.

Üretim sürecinden ve kullanılan malzemelerin seçim sürecinden söz edebilir misiniz?
Susanne Hofmann: Bir kulübeyi andıran eski bir anaokulu Pippi’nin yaşlı meşe ağacı olarak yorumlama kararı aldığımızda limonatanın yaşlı ağaç kabuğunu delipte nasıl bahçeye akacağını çözmemiz gerekiyordu. Öğrencilerin tümü limonatanın cepheden nasıl taşacağını araştırdı ve birçok maket yaptı. Cepheyi farklı bir ahşap kontrüksüyon katmanlarıyla bölmek ve yarmak istediğimize karar verdiğimizde ciddi bir soruyla karşı karşıyaydık: Pippi’ye hangi strüktürel iskelet uygun oludu? Pippi Uzunçorap bu dışa taşmayı nasıl inşa ederdi?

Cristian Necker: Sonuçta, standart açılı plaklarla birbirine bağlanan üçgen çerçevelerden oluşan katmanlı bir strüktür ortaya çıktı. Çerçeveler, strüktürleri bakımından ağaç kabuğunu andıran farklı büyüklüklerdeki latalarla kuvvetlendirildi. Böylesi dayanıklı dış mekan kontrüksiyonu için en iyi seçim, aynı zamanda kıymığıda çok az olan meşe ahşabından başkası olamazdı.

 

 

 

 

 

FARKLI TASARIMLAR,FARKLI PROJELER

1168 yılında inşa edilen Freudenstein Kalesi, yüzyıllar içinde onlarca değişiklik geçirip çok farklı işlevlere hizmet etmiş. Rönesans’ta en görkemli dönemini yaşayan bina sonraki yüzyıllarda cephanelik ve askeri hastane olarak kullanılmış. AFF Architekten, o yıllardan sonra kaderine terkedilen binanın maden müzesine dönüştürülmesi için açılan yarışmayı kazanmış ve binayı bugünkü görünümünü kazandırmıştır.

İnşa edildiği günden bu yana bir çok işleve hizmet eden bu bina, nihayetinde bir maden müzesine dönüştürüldü.Öncelikle kalenin tarihçesinden ve yıllar içinde geçirdiği değişikliklerden bahsedebilir misiniz?
Freudenstein Kalesi, Freiberg kentinin tarihi merkezinde yer alıyor. Tarihi, Romanesk döneme kadar uzanan kale, Rönesans döneminde yapılan değişiklerle en gösterişli zamanını yaşamış. Yedi Yıl Savaşları’nda iç mekanın tamamen yıkılmasıyla 1762 yılından itibaren çürümeye başlatan kale, 1784 yılında askeriyeye tahsis edilip techizat deposu olarak kullanılmış. Bu yüzden eski Rönesans dönemi pencereleri küçük açıklıklara dönüştürülmüş ve basit bir ahşap strüktürlere ara katlar yağıldığı içim kat yükseklikleri yarı yarıya düşürülmüş. Napolyon Savaşları sırasında, 1803 yılında, b,na 1.500 yaralı askere hastane olarak hizmet vermiş. Sonrasında tahıl ambarı olarak kullanılmış. 2004 yılında bu mülk Freiberg kent konseyi tarafından satın alındı ve 2005 yılında uluslararası bir tasarım yarışması düzenlendi. Yoğun inşa ve düzenleme çalışmalarından sonra kale şimdi dünyanın en büyük maden koleksiyonuna, Sakson Madencilik Arşivi’ne ve bir lokantaya ev sahipliği yapıyor.

Bu projenin iç mekanı için nasıl bir konsept geliştirdiniz? Farklı bölümleri nasıl işlevlendirildi?
Eski kilise kanadına yeni bir iç gövde eklendi. Bu gövdenin kalın duvarlarının ardında Sakson madenciliğinin dört kata yayılan arşivi bulunuyor. Gövde tarihi duvarlarına bağlanıyor ve dış cephede çıkma pencereler olarak kendini gösteriyor. Eski duvarlar ve gövde arasındaki mekansal ilişki kalenin yeni ve eski işlevlerinin algılanmasına olanak sağlayacak şekilde düzenlendi; eski kilise ve techizat deposu bugün okuma salonu ve sergi alanı olarak hizmet veriyor.

Trabzanlar, masalar, kapılar ve panjurlar işlevsel amaçlarının yanı sıra kişisel bir mimari deneyim sunma işlevi de görüyor. Tüm bunlar kale içinde strüktür ve yeni işlev arasında bağ kuruyor, varlıklarıyla kökenlerinin hikayesini anlatıyor.

Binanın içinde sarı, yeşil gibi canlı renklerin, taş gibi doğal malzemelerle kullanımıyla karşılaşıyoruz. Malzeme ve renk seçiminde etkili olan faktörler nelerdir?
Yönetici odalarının bulunduğu alan için yeşil atrium, teknik destek birimlerinin bulunduğu alan için sarı omurga ve mor giriş bölümüyle, eski binanın dokusuyla yepyeni bir bağ kuruldu. Bu alanlar kalenin hem kaybettiği Rönesans iç mekanı görkemine uyum sağlıyor hem de tıpkı yeraltındaki madencilerde olduğu gibi ziyaretçilere saklı hazineleri keşfetme keyfi veriyor.

Tasarımınızın çevresiyle olan ilişkisini nasıl tanımlıyorsunuz?
Tarihi değerlerden yola çıkarak ve koruma koşullarına tamamen uyarak Freiberg kenti için, kendine öz saygısı olan ve tarihin kültürel kazanımlarıyla ilişkilenen yeni bir çekirdek yaratıldı.

 

 

 

ERIC OWEN MOSS İLE TASARIM ÜZERİNE…

Eric Owen Moss Architects’in Culver City için gerçekleştirdiği birçok projenin sonuncusu olan Tennis Channel, var olan bir 1940’lar binasının çatısına yerleştirilen ahşap ve çelik bir strüktür …

Bir kentsel yeniden canlandırma projesi yürütülen Culver City için gerçekleştirdiğimiz birçok proje var. Tennis Channel projesinin bu yeniden gerçekleştirdiğiniz diğer projenizle ilişkisinden söz edebilir misiniz?

Asıl ilgili alanımız çağdaş kent, burada Culver City’de, Los Angeles’ın güney merkezinde böylesi bir çağdaş kent yaratma fırsatımız oldu. Bölge, önceleri trenler ve arabalarla ulaşımın sağlandığı bir imalat ve sanayi bölgesiydi. Bu sanayi Meksika’ya ve Doğu Asya’ya kayınca bölge, artık kullanılmayan demir yollarıyla birbirine bağlı terk edilmiş imalathanelerden oluşan bir alana dönüştü. Alanı değiştirmeye, masum bir yolla, bir dizi var olan binayı yeniden düzenlemekle başladık. Ölçek ve bina sayısı arttıkça kent yönetimine “mimari serbest bölge” olarak adlandırdığımız bir öneri sunduk. Bu öneriye göre önceden belirlenmiş hiçbir zorlama yönetmeliği olmayacak; herbir proje kendi durumunu kendisi yaratacak; kent her projeyle tek tek gelişecekti. Kent yönetimi bu önerimizi kabul etti. Kavramsal olarak bu, Culter City’nin hiçbir öncül master plan olmaksızın sürekli evrilen bir kent olması anlamına geliyordu. Kentin kavranışı dönüşüyor, kentteki ilişkiler değişiyor. Kentin öğelerinin -binalar, meydanlar, parklar ve şimdi de yeni yolcu treni birbirleri arasındaki ilişkilerin kentin büyümesi ve kullanımı için yeni stratejileri mecbur kılmasının dışında hiçbir son amacı yok. Son, tahmin edilebilir bir son değil.

Bu ek bina, malzemesi ve biçimiyle var olan binalardan ayrılıyor. Böyle bir zıtlık yaratmaktaki temel amacınız neydi?
Tuğla duvarlı ve çatı makaslı depo 1940’larda inşa edilmiş. İkinci ve üçüncü aşamaların alışılmadık yanı, kullanıcıların pragmatik program gereksinimlerine göre inşa edilmiş olması. İkinci aşamada ses stüdyosu, üçüncü aşamada aşamada prodüksiyon ofisleri inşa edildi; dördüncü aşamadaysa üst kattaki ofisler büyütülecek. Yapının geçirdiği evreler okunursa projenin kavramsal hipotezi kolaylıkla anlaşılıyor: Farklı gereksinimler, farklı ölçekler, farklı inşa yöntemleri ve farklı malzemeler dikey olarak üst üste yığılıyor.

 

Size nasıl bir proje tanımı verildi ve bu tanımı fiziksel bir mekana nasıl çevirdiniz?
Bize verilen tanımda üç adet esnek, açık ofis/üretim alanı isteniyordu. Tennis Channel çalışanları ekipler halinde çalışıyor; ilke, taktik, yöntem vb. belirliyorlar. Sonra dağılıyor ve yeni ekipler ya da gruplar oluşturuyorlar. Bu süreç sürekli devam ediyor, bu yüzden sabit birimler yerine, takımları birbirinden izole etmeden ayırmak için mekanın kendi içinde bölünmesi gerekiyordu.

Yeni strüktür var olan yapının üzerine oluşturulmuş, strüktürel sorunları nasıl çözdünüz? Var olan strüktür yeni tasarımı nasıl etkiledi?
Var olan iki katlı bina, strüktürel olarak gelecekte bir çatı inşa edilmesine olanak verecek boyuttaydı. Yeni yükün var olan çatıya dağıtılması için yeni kontrüksüyonun çeperi boyunca bir “temel” oluşturuldu. Dalgalı çatıyı destekleyen çelik ve ahşap kolonlar bu temel üzerine yükseliyor. Her kiriş bir diğerinden farklı bir kavisle lamine edildi ve tümünün üst yüzeyinde sürekli değişen CNC eğrisi var. CNC işlemi aynı zamanda çatı kirişlerinin, her kıvrımının çevresi 40,5 cm olacak şekilde belli bir ızgara düzeninde yerleştirilmesini sağladı. çatı kirişleri kirişlere dikey olarak yerleştirildi ve uzunluğu boyunca çatı yüzeyinde dik olması için buruldu. Her çatı kirişinin bir tarafında CNC eğrisi var. Kirişlerin asılabilmesi için üzerine kod numaraları yazıldı.

Ahşap bu projede oldukça baskın. Ahşap kullanımının projenize nasıl bir katkısı oldu, tasarım ve inşa sürecinde size ne tür kolaylıklar sağladı?
Dikey strüktür çelik tüplerden meydana geliyor. Çatı strüktürüyse lamine ahşap kirişlerden ve ahşap birleşim detaylarından oluşuyor. Üçüncü kalın çelik kolonları alt kattaki ses stüdyosunun duvar, kolon, kiriş sistemine oturuyor ve çatı strüktürünü belirliyor. Plazma kesimli lamine ahşaplar bir Rhino yazılımıyla modellendi. Ahşap hafif bir malzeme, alttaki iki katın üzerindeki yükü asgariye indiriyor, kolayca şekillendiriliyor, dayanıklı ve ucuz.

 

SOSYAL İÇERİKLİ TASARIMLARA ÖRNEK PROJELER

Sidney’de 10-12 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilen Critical Visions (Eleştirel Öngörüler) Konferansı, küresel sorunlara çözüm üretme yöntemlerinin tartışıldığı bir forum şeklinde seyretmiş …

Konferansın başlığı Critical Visions (Eleştirel Öngörüler). Konferansı tanımlamak için bu iki terimi kullanmanızın ardında neler yatıyor?

Richard Francis-Jones: Mimarlık doğası gereği öngörülüdür, bir gelecek olasılığının yansıtılmasıdır. Tarih boyunca mimarlar, sanatçılar ve film yapımcıları sürekli olarak olası gelecek senaryoları üretmişlerdir. Bu öngörüler son zamanlarda sosyal değerlerimizin ve arzularımızın ya da onların eksikliğinin sonuçlarını yansıtır. Bunlar genellikle karşı koyucu ve kışkırtıcı olarak bizi boş vermişliğimizden ya da halimizden hoşnut oluşumuzdan uyandırır ya da aydınlık olası bir geleceğe dair tahminlerde ve vaatlerde bulunur.

Böylesi öngörülerin olası eleştirel doğası ilkin, eleştirel düşüncenin ardında yatan yansıtıcı karar verme disiplinine işaret ediyor. İkinci olarak ise “eleştirel kurama”, FranKfurt Okulu’nun yalnızca anlamak ve açıklamaktansa özgürleştirmek ve değiştirmek isteyen sosyal/kültürel analizlerle geliştirdiği egemenlik eleştirisine gönderme yapıyor.

Genel mimarlık sahnesi hakkındaki görüşleriniz neler? Bu konulara “anlamlı bir yanıt” üretmek mimarların ne kadar gündeminde?

Richard Francis-Jones: Küresel mimarlık pratiğinin genişliği ve kapsamı düşünülecek olursa bir genelleme yapmak oldukça zor, ama bu çağdaş küresel mimari üretimin ve kentleşmenin yoğunluğu aşırı uçlarda ve kendinden önceki durumlara kıyasla kesinlikle benzersiz.

Bu yoğun üretim dahilinde biçimsel yenilikçilik ve mimarinin ifade olanakları, teknolojiyle ve böylesi gösteri yapılarını gerçekleştirebilecek sermayeyle birlikte yeni boyutlar arayışında, özellikle de hızla gelişen ülkelerde ve dünyanın petrol merkezlerinde. Bununla birlikte, ekonomik büyümeye olan inancın ve sahte iyimserliğin heyecanla vurgulandığı bu projeler, sosyal eşitsizliğin ve kültürel çatışmanın yaşandığı, çevresel krizlerin eli kulağında olduğu bir dönemde gerçekleştiriliyor.

Eğer bir dakikalığına durur ve dünyada yürütülen işlere bakarsanız, bu üretimin çoğunun zamanımızın gerçek zorluklarını göz ardı ettiğini ve yalnızca pazar tarafından belirlenen biçimselliğe teslim olduğunu görürsünüz.

Mimarlıktaki değişimin itici gücü ne olabilir, dijital araştırmalar, ekolojik çözümler, vs?
Richard Francis-Jones: Mimarlık için bu dönem yalnızca biçimselliğe teslim olma zamanı değil, bunun yanı sıra biçimsel yenilik, yaratıcı yaklaşım, araştırma ve teknolojik potansiyelin de zamanı. İtici güç, birden fazla olabilirve kesinlikle biçimsel araştırma, analiz ve sunum için dijital araç geliştirmede değil, şerit hücre teknolojisi gibi güneş enerjisi alanındaki ve karbon nano-tüp bileşikler gibi nano-teknoloji alanındaki yeniliklerde kendini gösterecek. Buna karşın, şimdiye dek mimarların ilgisini çeken teknolojinin basit biçimsel cazibesinin ötesine geçmeliyiz.

 

 

TASARIMLARLA KENDİNİZİ ZAMAN TÜNELİNDE HİSSEDİN

A24 Design Studio, Seranit firması için hazırladıkları fuar standında firmanın “Geleceği Kaplıyoruz” sloganı tasarımlarına taşıyan ve bu tasarımlarıyla, ABD’de yayımlanan Exhibitor dergisinin düzenlediği 22. Fuar Standı Tasarım Ödülleri’nde Özel Başarı Ödülü kazananmıştır..

Seranit’in “Geleceği Kaplıyoruz” sloganını tasarımlarınıza nasıl taşıdınız?

Alptekin Başkır: “Geleceği Kaplıyoruz” sloganından yola çıkarak granit ürünlerin modernliğine ve sürekliliğine vurgu yaptık. Bu tema üzerinde yapılan beyin fırtınası sonucunda zaman, gelecek, sonsuzluk, modernlik, süreklilik, geleceğe gitmek, zaman tüneli gibi kavramlara vardık. Daha sonra bu kavramları üç boyutlu hale getirirken üç temel tasarım elemanını kullandık; sonsuzluk sembolünün bir yorumu zeminde ve duvardaki grafiklerde kullanıldı, canlı mekanlar, paralel duvarlar arasında oluşturuldu ve ana kabuğa sağa doğru eğimli, geleceğe doğru süreklilik hissini kuvvetlendiren bir biçim verdi.

İşveren nasıl bir proje tanımıyla geldi ve siz bu proje tanımını nasıl yorumladınız?
Nalan Başkır: İşveren, şimdiye kadar çoğunlukla dış mekanlarda kullanılan granitin iç mekanlarda da kullanılabildiğini kullanıcılara ve perakendicilere anlatmak ve ayrıca stantta müşteri ağırlamak istiyordu. Biz de bu doğrultuda bir proje hazırladık.

Stant 384m² büyüklüğündeydi ve bu büyüklüğe oranla çok fazla ürünleri vardı. Çok sayıda ürünü bir arada ve insan kalabalığının olduğu bir yerde en iyi beyaz bir fonda anlatabileceğimizi düşündük. Ürünleri canlı mekanlarla anlatmayı uygun gördük ve bu mekanlarda yaşamlardan alıntılar yaparak ürünleri en iyi şekilde ortaya koymayı hedefledik. Standın dışını firmanın dış mekan ürünleriyle kapladık.

  • Canlı mekanlar olarak tarif ettiğiniz alanlar nasıl ortaya çıktı ve ziyaretçilerde ürün algısına yönelik olarak nasıl bir etki yaratması hedeflendi?

Canlı mekanları, ürünlerin kullanım alanlarını net bir şekilde göstermek için tasarladık. Her bölüm için hazırladığımız görsellerle bu mekanlarda yaratmak istediğimiz duyguyu pekiştirdik. Örneğin, salon alanında şömine ile ateş, banyo alanında makyaj malzemeleri, mağaza bölümünde ise alışveriş torbaları görseli kullandık. Buradaki temel amaç, ziyaretçilerin ürünün farklı kullanımlarını görebilmesini ve kendini o mekanın içindeymiş gibi hissetmesini sağlamaktı.

  • Standın en yenilikçi yanı, ürünün keskin hatlarıyla tezat oluşan kavisli duvarlar.

Canlı mekanlar birbirlerinden, asimetrik ölçülerle tekrar eden kavisli duvarlarla ayrılıyor; bu duvarın oluşturduğu koridor, stant içinde geleceğe uzanan bir zaman tüneli oluşturarak genel konsepti bütünlüyor. Bu duvarların her biri bir diğerinden farklı hizalarda, dolayısıyla baktığınızda bütün canlı mekanları hissedebiliyorsunuz.

Ziyaretçilerin fuar sırasında standı rahat gezmeleri ve canlı mekanlara kolay ulaşabilmeleri için nasıl bir planlama yaptınız?
Ziyaretçilerin standa kontrollü bir şekilde girmesini istiyorduk, bu yüzden stand şeffaf olmasına karşın sadece üç giriş yaptık. Ziyaretçi standa girdiğinde herhangi bir noktada dururken birden fazla alanı rahatlıkla görebiliyor, farklı perspektifler yakalayabiliyordu. Canlı mekanların cazibesinin yanı sıra bu standın kişiye süpriz hazırlayan bir planı da var. İçeride çok fazla canlı mekan olmasına karşın standın kalabalık gözükmesini istemedik; kütlesel fakat açık, ferah bir stand yarattık. Fuarda çok sayıda kişinin standı ziyaret etmesine karşın insanlar kalabalık bir ortamla karşılaşmadı ve bunalmadı.

Standın hem genel hem de noktasal aydınlatmaya dayalı bir projesi var, bununla birlikte daha loş alanlar da mevcut. Aydınlatmada bu dengeyi nasıl oluşturdunuz?
Standdaki canlı mekanlarda hem genel hem de noktasal aydınlatma kullandık. Her mekanda, her ürüne bir ya da iki noktasal aydınlatma düşündük ve bunu genel aydınlatmayla da destekleyerek homojen bir aydınlatma yakaladık. Burada sadece canlı mekanları aydınlatıp diğer yerleri daha loş bıraktık. Orta alanları aydınlatmaya gerek duymadık çünkü mekan çok beyazdı, diğer yansımalarla ve salonun aydınlatmasıyla yeterli bir aydınlatmaya ulaşılıyordu.

Ürün aydınlatmasında, fuar standındaki ürünleri aydınlatmak, mağazadaki ürünleri aydınlatmaktan ne açıdan farklılık gösteriyor? Sizin tasarımınızda bu farklılık görülebiliyor mu?
Fuar ortamı mağazadan biraz farklı, fuarlar ürünlerin çok daha vurgulu bir şekilde öne çıkmasının arzu edildiği alanlar oldukları için, mağazalarda kullanılmayacak kadar kuvvetli noktasal aydınlatmalar tercih ediliyor ve bunlar fuar için ideal bir aydınlatma sağlıyor. Fakat biz fuardaki her noktanın çok fazla aydınlatması ve ışıkların çok parlaması durumundan hoşlanmadığımız için kendi aydınlatma projelerimizi daha sıcak bir ortam oluşturacak, bir atmosferi yaratacak şekilde tasarladık.

Nefşa Dereli

 

DEĞİŞİK TASARIMLARIN ÖNCÜSÜ

Öncelikle Artstone panellerinin nasıl üretildiğinden bahsedebilir misiniz?
Bilal Emre Türkgeldi: Artstone panaller, fibergas, polyester reçinesi ve doğal taş tozlarından üretiliyor. Üretiminde otomasyon ve el işçiliği bir arada uygulanıyor.

Beton yerine beton görünümlü Artstone panelleri kullanmanın avantajlarından bahseder misiniz?

Öncelikle hafif ve esnek yapısı sayesinde birçok alana girebiliyor. Uygulandığı alana fazladan ağırlık bindirmiyor. Şekil alabilme özelliği sayesinde sadece duvar ya da tavan kaplaması olarak değil, satış bankosu, karşılama bankosu, aydınlatma olarak da kullanılabiliyor, çeşitli tasarımlar yapılabiliyor, toplantı masası ve hatta oturma grubu dahi ürünlerimize kaplanabiliyor. Zaman olarak çok büyük avantaj sağlıyor. Artstone panaller ile 1000 m² alanı bir hafta gibi kısa bir sürede kaplamak mümkün

Artstone panaller ne gibi tasarım olanakları sunuyor? Okafe’deki kullanım biçimlerini anlatabilir misiniz?
Mimar Peyman Basiri, oluşturduğu konseptin baş aktörü olarak ürünümüzü seçti ve ürünümüzle birlikte kullandığı ahşap ve paslanmaz çelik nesnelerle bunu desteklemiş. Bu mekanda eskitilmiş tuğla ile birlikte kullanılan beton, eski ile yeniyi, klasik ile moderni, harmanlıyor. Okafe’de yüksekliği 6 metreyi bulan duvarlarda, bu duvarların birleştiği kolonlarda ve bar arkasında ürünlerimiz yer alıyor. Ürünlerin hızlı ve pratik montajı sayesinde alışveriş merkezi gibi bir alanda dekorasyon zamanlamasında saatlerin hesabının yapıldığı ortamda, Artstone tercih edilerek zamandan tasarruf edildi.

Ürünün kendine ait yalıtım özelliklerinden bahseder misiniz?
Fiberglas ham maddesi ve yüzeyinde bulunan doğal taş tozları sayesinde su ve nemden kesinlikle etkilenmiyor. Ses ve ısı yalıtımında da muadil ürünlere göre çok yüksek değerlerde sonuçlar veriyor.

Ürünün bakımından ve kullanım ömründen bahseder misiniz?
Herhangi bir bakım gerektirmiyor. Dış cephe şartlarında, su ile yıkama ya da fırçalama suretiyle temizliği mümkün ve ilk günkü haline kavuşabiliyor. İç mekanda herhangi özel bir bakıma gerek duyulmamakla birlikte isteğe bağlı olarak, nemli bezle temizlenebiliyor. Belirli bir kullanma ömrü olmamakla birlikte, isteğe bağlı olarak kolay bir şekilde uygulandığı ortamdan sökülebiliyor.

Fatih Akdan

 

 

MİMARLIKTA ORTAK TASARIMLAR

Erginoğlu&Çalışlar Mimarlık Kerem Erginoğlu ve Hasan Çalışlar tarafından kurulmuş, projelerini ve mimariye bakış açılarını Hasan Çalışlar anlatıyor…

Firmanız hangi alanlarda hizmet veriyor?

Ağırlıklı iş kolumuz mimari projeler ve danışmanlık. Yurt içi ve yurt dışındaki belediye konser alanları, hastane ve toplu konutlar gibi kapsamlı binaların projelerini hazırlıyoruz. Genellikle komplike yapılar üzerine çalışıyoruz. Önce mimari projelerini hazırlıyor, sonra ise mühendislik projelerinin koordinasyonunu sağlıyoruz. Hangi ülkede yapılıyorsa o ülkenin şartlarına uygun hale getiriyoruz. Tüm bunların doğru şekilde yapılması için kontrol ve danışmanlık hizmeti veriyoruz. İç mimari ile ilgili çalışmalarımız çoğunlukla kurumsal alanda. Kurumsal bir kimliğe sahip bir markanın yada şirketin kendini görsel olarak en iyi şekilde ifade etmesine olanak sağlıyoruz. Bu bir bankada olabilir mobilya firmasıda. Çoğunlukla Türkiye’deki yabancı bankalar, yeni kurumsal şirketler ve reklam ajanslarının müşterilerine göstermek istedikleri yüzlerini onlardan dinleyip mekan haline getiriyoruz. Görsel kimliklerini oluşturup bunu onlara kitapçık halinde sunuyoruz.

Projelerinizi gerçekleştirirken ne gibi kriterler üzerinde duruyorsunuz?
Her projenin kendi dinamiği var. Mimari projelerle iç mimari projeleri ayrı tutmak lazım, çünkü mimari kalıcı diğeri ise geçicidir. Çok içimize sinerek yaptığımız işleri bile 5 sene sonra aynı yerde göremiyoruz ve bu çok üzücü birşey. Bu nedenle herşeyden önce psikolojimizi buna hazırlamamız gerekiyor. Mekanı seçerken de tüm malzemeleri belirlerken de bu ikisini birbirinden ayrı tutmanız gerekiyor. Mimarinin ise çok basit kriterleri var. İlk olarak çalışacağınız arazinin yapısı, coğrafyası ve iklimi çok önemli. İkinci önemli faktör ise ülkenin yönetmelikleri ve imar yasası. Her projenin can sıkıcı tarafı bu yasaları öğrenmeniz. Üçüncü önemli unsursa ekonomi. Mimari, çok pahalı oyuncaklarla oynanan bir oyun olduğu için, özellikle büyük projelerde çizilen her çizgide maliyet çok ciddi rakamlara ulaşabiliyor. Bu nedenle bütçe kontrolü dediğimiz sistemi uyguluyoruz. Binanın neresinden para harcarsak neresinden ekonomi yapabiliriz ve kaliteyi hep belli bir çizginin üstünde tutabiliriz? hesaplamaya çalışıyoruz. Aslında bütün bu kriterlerin içinde ne önemlisi fikir. Mimaride her projenin bir fikri, bir duruşu vardır ve bir söz söyler. Biz herzaman doğru soruyu sorup doğru cevabı verme gayreti içerisindeyiz. Bu yüzdende tutarlı ve her projede birbirini takip eden bir mantığımız yok. İç mimaride ise marka ve kimlik gibi konuları ele alıp iç mekanlara yansıtıyoruz. Müşterinin kim olduğu ve ne istediğini biliyor olması çok önemli. Mimari projelerde iyi program, iç mimarideyse verilen iyi brief bizim önümüzü açıyor ve herşeyi daha kolay bir hale getiriyor.

Türkiye ve yurt dışından gerçekleştirdiğiniz projelr arasında ne gibi farklılıklar var?
İşin komik tarafı aslında pekte fark yok. Temelde aynılar fakat Avrupa’da bir iş yaptığınız zaman yapı endüstrisi detay konusunda arkanızı çok daha çabuk toparlıyor. Almanya’da imalatçının son derece kapsamlı kendi teknik ofisi var ve detaylar konusunda teknik anlamda bize tam destek sağlıyor. Oysa Rusya, Turki Cumhuriyetler ve Araplarda durum böyle değil. Yaptığımız projelerde mümkünse gerek herşeyi burada ayarlayıp orada lego gibi monte etmeyi hedefliyoruz. Olmayacak duaya amin dememek bu işin başlıca temel unsurlarından bir tanesi. Bazen Türkiye’de iş yapmak çok daha kolay olabiliyor. Amerika’da yaptığımız bir iş buna çok güzel örnek teşkil eder. İşçilik çok pahalı olduğu için İstanbul’da olsa hiç önemsemeyeceğimiz şeyler, New York’ta yürüttüğümüz projede bizim için çok önemli bir rol oynadı. Beyoğlunda bir bina yaptığınızda sabah 04:00’da İstiklal Caddesini kapatıp iki vinç sokarak işimizi çok rahat halledebiliyoruz. Oysa orada öyle bir lüksünüz yok.

Size göre iyi bir mimarı 5 kelime ile tarif etmenizi istesek…
İyi bir mimarın vizyon sahibi, esnek laf dinleyen ama sert de durabilen ve çalışkan olması lazım.

Sizi etkileyen mimarlar kimler?
Mimarlıkla ilgilendiğim son 20 yıl içerisinde beğendiğim fakat sonra vazgeçtiğim çok mimar oldu. 30’lu yıllar grubundan Robert Mallet Stevens’in çalışmalarını, yenilerdense Herzog&De Meuron’un düşünce ve yaklaşım biçimini çok beğenirim. Reem Koolhaas’ın da pek çok mimara pek çok şey öğrettiğini düşünüyorum. Renzo Piano, çocukluğumdan beri çok beğendiğim bir mimardır ve her seferinde beni şaşırtmayı becerebilmiştir. Zarafet açısından da Rafael Moneo’yu çok iyi bulurum. Yine de altını çizmek isterim ki iyi mimarlardan çok iyi mimari var.

 

ŞEFİK ABAS İLE TASARIM ŞİRKETLERİ HAKKINDA SÖYLEŞİ

DESİGN-LESS’in kimliğinden bahseder misiniz?
Dinamik ve modern.

DESİGN-LESS’te neler bulabiliriz?
Burada modern tasarıma sahip fonksiyonel tasarımlar bulunuyor. Bunların içinde özellikle “mix” adını verdiğim bar ünitesi çok ilgi görüyor. Bu sene “archeo-less” adında yurtdışı satışına yönelik yeni bir çizgi ekledim koleksiyona. Koleksiyonun tarzına baktığınızda modern bir çizgiye sahip arkeolojiyi işlediğimi görebilirsiniz. Türkiye’de arkeolojiye çok önem veriliyor. İşlerime birazda kendi kültürümüzden birşeyler katmak istedim. Şu anki koleksiyonumuzu Hititler üzerinden yarattık ama ileride farklı temalar olacak.

Tasarım aşamasında sizi neler yönlendiriyor?
Tarihimizi ön plana çıkarmayı amaçlıyorum. Özellikle Hititleri işlememin sebebi; onların Anadolu’daki ilk uygarlık olmaları. Design-less’teyse üç boyutlu düşünmeye çalışıyorum. Örneğin; “palet” isimli bir oturma grubunu tasarlarken fabrikalarda kullanılan bir ürünün çıkış noktası olarak belirledim ve onun üzerinden ilerledim. Mix’i tasarlarken de bar oluşumunu bir bar seviyesine çıkardım. Genel olarak bakıldığında tarzımda bir bütünlük var ama bir şeye takılı kalmayı sevmiyorum. Dolayısıyla sürekli farklı sonuçlar çıkarmaya başlıyorum

Renk ve doku tercihleriniz neler?
Ben tasarımlarımda farklı malzemeleri bir arada kullanmayı tercih ediyorum. Özellikle ahşabı ve onun verdiği sıcaklığı çok seviyorum. Hemen hemen her ürünümde ahşabı kullanırım. Ayrıca metalin verdiği soğukluk hissini de başka hiçbir şey de bulamıyorum. Bunların dışında deri, keçe ve yün kullanıyorum.

Tasarımlarını beğendiğiniz isimler var mı?
Yurtdışında bulunan ve bizim burada markalarını temsil ettiğimiz firmalarda çalışan çok önemli tasarımcılar var. Bunların içinde benim en beğendiğim Avustralyalı Campana kardeşler. Doğadaki herhangi bir şeyden yola çıkarak oldukça farklı işlere imza atıyorlar.

Son zamanlarda ilginizi çeken bir ürün tasarımına rastladınız mı?
“Mummy” isimli bir sandalye gördüm ve çok beğendim. Tasarımcı, basit bir sandalyeyi mumya gibi sarmış ve ürünün adı da “Mumya” koymuş. Çıkış noktası ve fikir güzel. Zaten bir şeyin güzel olup olmaması göreceli bir kavramdır. Önemli olan dikkati çekip çekmediğidir. Görünce insanın yüzündeki ifadeyi değiştiriyorsa orijinal bir iş olmuş demektir.

Tasarımlarınız arasından tarzınızı en iyi yansıtanı seçmenizi istersek bu hangisi olurdu?
Oturma grubu olarak “Palet”i, Design-less koleksiyonundansa “Tarhu”isimli aynayı seçerdim.