Guggenheim Müzesi

Frank Gehry ile özdeşleşmiş dekonstrüktivist mimarinin öncü tasarımlarından bir tanesi olan Guggenheim Bilbao Müzesi, modern mimarinin en önemli tasarımlarından biri olarak görülmektedir. Guggenheim Vakfı tarafından dünya çapında açılan müzelerden bir tanesi olan Guggenheim Bilbao Müzesi, içeriğinin yanı sıra özgün mimarisi ile de dikkat çekmektedir.

Frank Gehry ve ofisinin en önemli özelliklerinden bir tanesi, teknolojinin tüm imkanlarını mimari tasarımlarına yansıtma yetkinlikleridir. Gehry Technologies adında, kendi bünyesine ait bir teknolojik araştırma şirketi de bulunan Frank Gehry Mimarlık Ofisi, CAD platformlarının sunduğu her türlü imkanı kullanarak, hayal edilenin ötesinde tasarımları gerçeğe çevirmeyi başarmıştır. Guggenheim Bilbao Müzesi de, bu tasarımlardan bir tanesidir.

Titanyum, cam ve kireçtaşı kullanılarak üretilen eğimli yüzeyler, yapının mimari kimliğini oluşturmaktadır. Kavisli titanium yüzeyler bilgisayar ortamında tasarlanarak hayata geçirilmiştir. Bu yüzeyler CATIA adı verilen bir 3 boyutlu tasarım programı kullanılarak, matematiksel hesaplar doğrultusunda üretilmiştir.

Üretilen bu kavisli titanium yüzeyler, yarattığı estetik algı ile birlikte, aynı zamanda içeri giren ışığı ve hava akımını kontrol etmek açısından da önemli bir rol oynamaktadır. Müzenin içerisinde bulunan galeri alanlarının ışık ve havalandırma açısından kontrol edilmesi, bu mimari manifesto ile sağlanmıştır.

Yapının anıtsal mimarisinin yanı sıra, Frank Gehry müzenin çevresi ve şehir ölçeği ile kurduğu etkileşimin de güçlü olmasına önem göstermiştir. Nervion Nehri’nin yakasına kurulmuş olan Guggenheim Müzesi, yarattığı kamusal alanlar ile kent dokusu ile bir ilişki kurmayı başarmıştır. Toplam 32,500 metrekarelik bir alan üzerine kurulu müze, nehrin kıyısındaki insan trafiğini yönlendirerek ve insanları yapının yarattığı kamusal alanlara çekerek kent ile kurduğu ilişkiyi sağlamlaştırmıştır.

Binayı oluşturan duvarlar ve yapının içerisindeki döşeme ve çatı plaklar yük taşıyıcı özelliktedirler. Duvarlar ve döşemeleri oluşturan üçgenlerden oluşan gridal sistem, bu elemanların yük taşıyıcı özelliğe sahip olmasını sağlamıştır. Bu özellik de yapının dekonstrüktivist mimarinin özelliklerini daha vurucu bir şekilde taşımasına olanak sağlamıştır.

Guggenheim Bilbao Müzesi, bünyesinde toplam 11,000 metrekare büyüklüğünde, toplam 19 galeriden oluşan bir sergi alanı bulundurmaktadır. Bu galerilerden 10 tanesi klasik ortogonal (dik açılı) plan şemasına sahip olup, 9 tanesi ise yapının eğimli titanyum bölümlerinin altında bulunmaktadır.

Salyangoz Evi

Renkli ve eğlenceli mimarisiyle Bulgaristan’ın başkenti Sofya’nın ziyaret edilmesi gereken yapılarından biri olan Salyangoz Evi görenlerin ilgisini çekiyor. Ressam Salvador Dali’nin tablolarından fırlamış gibi görünen devasa yapı, kıvrımlı hatları ve farklı eklentileriyle sıra dışı bir ev izlenimi yaratıyor. Bu farklı mekan her ne kadar alışılagelmişin dışında bir forma sahip olsa da çevresinde bulunan diğer evlerle uyum içerisinde olduğu bir izlenim oluşturuyor. Çatısında yer alan minik uğur böceği ve kelebekler de yapının bütünlüğüne uyum sağlıyor.

Salyangoz evi (Sofya, Bulgaristan) 2008 yılında daha önce Japonya ve Fransa’da golf sahaları tasarıma üzerine çalışan bir uzman tarafından satın alınmış. Köşe ve kenarların olmadığı bu oval yapıda hiç tuğla kullanılmamış. İnşası on yıl süren yapının iç tasarımında ise antika eşyalar tercih edildiği belirtiliyor. Simeonovo bulvarında yer alan Salyangoz Evi, birçok turist tarafından henüz keşfedilmemiş saklı bir hazine.
Dış görünümüyle gökkuşağının renklerinden esinlenerek tasarlanmış gibi görünen dev salyangoz şeklindeki mekan keşfedilmeyi bekliyor. Kırmızı, turuncu, yeşil, mavi ve kahverenginin tonlarında boyanan Salyangoz evin duvarları farklı geometrik şekillerden oluşuyor.

Tasarımında düz kenar ve köşelere neredeyse hiç yer verilmeyen mekan, ilk bakışta günlük bir bakım merkezi ya da çocuklar için tasarlanmış bir müze izlenimi oluşturuyor. Sanılanın aksine bir yerleşim yeri olarak kullanılan yapının iç tasarımı merak uyandırıyor. Mimar Simeon Simeonov tarafından tasarlanan Salyangoz Evi’nin eğimli pencereleri ve yuvarlak hatları, mimariye uyum sağlaması için ustalıkla tasarlanmış.
Dekoratif detaylarıyla da oldukça ilgi çeken Salyangoz Evi’nin eklentileri bir amaca uygun olarak yerleştirilmiş. Kapıların genel temaya uyum sağlaması amacıyla tıpkı bir salyangozun ağzı şeklinde boyandığı görülüyor. Mimar Simeonov’un, ziyaretçilerin tıpkı bir salyangozun midesine doğru gezinti yapıyormuş gibi görünmesi için kapıları salyangozun ağzı şeklinde tasarladığı biliniyor.

Salyangozun antenlerinde ise hava taşıtları için uyarı amaçlı yerleştirilen uyarı aydınlatıcıları bulunuyor. Mekanda kullanılan her form belirli bir amaca hizmet etmesi amacıyla tasarlanmış. Salyangoz Evi’nin havalandırması ise salyangozun göz kapaklarının altına gizlenen sistem sayesinde gerçekleşiyor.
Salyangoz evdeki radyatörler ise kurbağa ve bal kabağı şeklindeki yapılarla gizlenmiş. Bu devasa yapı dünyanın korunması ve sürdürülebilirlik gibi önemli bir konuları da sembolize ediyor. Enerji tasarrufu sağlayan sistemlerle bir arada tasarlanan ev, hafif ve çevre dostu malzemeler ile inşa edilmiş. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da farklı mekanlar arayanları memnun edecek bu farklı ve keyifli ev, mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerler arasında bulunuyor.

Hallgrimur Kilisesi

İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te bulunan Church of Hallgrimur (Hallgrimur Kilisesi) sadece şehrin değil tüm ülkenin en bilinen yapılarından biri olarak öne çıkıyor. Şehrin merkezindeki yüksek bir tepenin üzerine konumlanmış durumdaki yapı, İzlanda’nın en büyük kilisesi olma özelliği taşıyor.
17.yüzyılda yaşamış olan İzlanda’nın tanınmış şair ve rahiplerinden Hallgrimur Petursson’un adını taşıyan kilise, reformcu Hristiyan mezhebi Lüteriyenlere ait bir ibadethane olarak hizmet veriyor.
Orijinal adı Hallgrimskirkja olan kilisenin planının çizimi için, İzlanda devletine bağlı olarak çalışan mimar Guojon Samuelsson 1937’de görevlendiriliyor. Samuelsson, binayı çizerken İzlanda’nın volkanik dağlarının ve buzullarının şekillerini yansıtan bir tasarımda karar kılıyor. 1945’te yapımına başlanan kilisenin tamamlanması tam 38 yıl sürüyor.

Hallgrimur Kilisesi’nin 74,5 metre uzunluğundaki kulesi, yapıya sadece başkent Reykjavik’in değil tüm İzlanda’nın en yüksek binası unvanını kazandırıyor. Aslında başlangıçta kilisenin kulesinin bu kadar yüksek olması planlanmıyor. Fakat daha sonra, şehirdeki en büyük Katolik kilisesi olan Landakot Kilisesi’nden daha görkemli bir ibadethaneye sahip olma fırsatını kaçırmak istemeyen Lüteriyenler, Hallgrimur’un kulesini 74,5 metre uzunluğunda inşa ediyor.

Dış tasarımı, ülkede bolca bulunan volkanik mermer sütunlardan esinlenerek çizilen kule, başkentin her noktasından rahatlıkla görülebiliyor. Doğal olarak kuleden de şehrin her noktası ve kenti çevreleyen volkanik dağlar görülebiliyor ve bu sayede kilise, Reykjavik’i ziyaret eden turistler için cazip bir nokta haline geliyor.

Yerinde dökme beton kullanılarak inşa edilen ve iç mekanı 1.676 metrekarelik bir alana yayılan kilise, ekspresyonist mimarinin izlerini taşıyor. Lüteriyen mezhebin minimalist geleneklerine uygun şekilde inşa edilen yapının dışı gibi, içi de sade tasarımıyla öne çıkıyor. Kilisenin içinde sade olarak nitelendirilemeyecek tek şeyse, 15 metre genişliğe sahip ve 5 bin 275 borudan oluşan kilise orgu olarak göze çarpıyor. Alman yapımı bu org, tam 25 tonluk ağırlığıyla da akıllarda kalıyor.

Hallgrimur Kilisesi’nin önünde büyük bir heykel bulunuyor. MS 970-1020 yılları arasında yaşamış olan İzlandalı kaşif Leif Eriksson’un heykeli, kiliseden daha eski olmasıyla öne çıkıyor. Amerikalı heykeltıraş Alexander Stirling Calder imzasını taşıyan heykel, 1930 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin İzlanda’ya bir hediyesi olarak getirilip bugünkü yerine yerleştiriliyor.
Sonuç olarak, yaz kış ibadete ve ziyarete açık olan Hallgrimur Kilisesi, görkemi ve sadeliği buluşturan tarzı sayesinde, sadece dini değil, mimari olarak da Avrupa’nın önemli yapılarından biri olma özelliği taşıyor.

Döner Tower

330 milyon Amerikan dolarına mal olması beklenen 313 metrelik dev bina etrafında 360 derece dönebilecek. Dönme işlemi 90 dakikada tamamlanacak. 77 rüzgar türbiniyle enerji ihtiyacını karşılayacak olan binada ayrıca güneş panelleri gibi ek doğal enerji kaynaklarından da yararlanılacak. Üretilen enerjinin toplam Da Vinci kulesinin tamamının enerjisini karşılaması bekleniyor.12 Türk’ün de talip olduğu daireler büyük ilgi görüyor. Planlarını David Fischer’in yaptığı 68 katlı kulenin daireleri de bir nevi saray özelliği taşıyor.

Atomium

Brüksel’in birçok noktasından kolayca görülebilen bir yapısı vardır. Expo’58 veya diğer adıyla Brüksel Dünya Fuarı için yapılmış olan anıt yapı Atomium. Alışılmadık mimarileri görmeyi seviyoruz, ilgimizi çekiyor. Atomium da öyle bir yapı. Atomium, Belçikalı mühendis Andre Waterkeyn tarafından 1958 yılında tasarlanmış. II. Dünya Savaşı’ndan sonra önemli bir yeri olan Brüksel Dünya Fuarı’nın ve Brüksel‘in sembolü haline gelmiş. Demir atomun toplam uzunluğu 102 metre. Dokuz çelik kürenin birbirine bağlanmasıyla ortaya çıkan Atomium, aslında geçici olarak açılmış ama fuar için inşa edilen diğer birçok yapı gibi bunun da kaldırılmamasına karar verilmiş.
Bir atom parçacığının 165 milyar kez büyütülmüş haliyle karşı karşıyayız. Kürelerin çapı bu durumda 18 metreyi buluyor. Küreleri birbirine bağlayan tüplerden kısalar 23, uzunları 29 metre. Küreler arasında geçiş bu tüplerdeki yürüyen merdivenlerden oluyor. Merdivenlerse oldukça hızlı, saniyede 5 metreye kadar yol alabiliyorlar. Ama sıradan yerler değil bu merdivenlerin bulunduğu tüpler. Kendinizi bilim kurgu filminde sanıyorsunuz, geçtiğiniz platformlar sürekli renk değiştiriyor.

Üç küre haricinde kürelerin tamamını gezebiliyorsunuz. İlk küreler daha çok sergi alanı. Atomium geçmişi hakkında bilgi veren panolar, fotoğraflar, videolar, inşaat aşamaları, eskiz çizimleri bulunuyor. Brüksel’in en yüksek yapılarından olduğu için çevredeki yüksek yapılarla kıyaslama da yapılıyor.
Kürelerden biri sizi diskodaymış gibi hissettiriyor. O kürede oturup 5 dakika dinlenin. Çevrede bir müzik ve müziğin ritmine göre hareket eden ışık sistemi gerçekten harikaydı.
Asansörle panoramik manzara sunan zirveye çıkma imkanınız var. Zirveye çıktığınız asansörün üstünün cam olması, yukarıya doğru garip bir hisse bürünmenize neden oluyor. Zirveye çıktığınızda tabii ki bölgedeki en yüksek yapı Atomium olduğu için harika bir panoramik manzarası var. Brüksel’i ve çevre kentleri göz alabildiğine 360 derece izleyebiliyorsunuz, ama hafif koyu renkli camların arkasından. Açık havalarda teleskopları kulllanarak Antwerp şehrine kadar göründüğü söyleniyor. Aynı katta bulunan restorandan bir şeyler yiyip içmek de mümkün.

Hang Nga Misafirhanesi

Hang Nga Hotel Alexandre Yersin Museum ‘den 350 metre uzaklıkta bulunmaktadır.
Otel, Long Son Pagoda ‘den yürüyerek 15 dakika mesafede konumlanmıştır. Bu konaklama tesisi, Nha Trang merkezine 20 dakikalık bir yürüyüş mesafesindedir. Otel, alışveriş merkezine, pazara kısa mesafede yer almaktadır. Hang Nga Hotel, Nha Trang şehrinde konaklamak isteyen misafirler için 23 oda sunmaktadır. Odalarda laptop tipi bir kasa, laptop kasası, kişisel kasa, dolap, hi-fi mevcuttur. Her odada duş, banyo havluları, havlular ile donatılmış banyo odası mevcuttur. Misafirler, otelden 100 metre uzaklıkta bulunan DMZ bar, Martinez Restaurant gibi restoranlarda Avrupa, İtalyan, Vietnam yemeklerinin tadına bakabilirler. Otele Nha Trang havalimanından arabayla 10 dakika içinde ulaşılabilir. Nha Trang tren istasyonu 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde yer almaktadır.Otelin bünyesinde ücretsiz otopark, emanet bagaj hizmeti, bagaj emanet servisi mevcuttur.

Yeryüzü Evi

Yeryüzü evleri,İsviçreli mimar Peter Varsch tarafından,adeta mimari bir harika olarak tasarlanmıştır.Bu tasarım harikası hem ekolojik,hemde fonksiyonel olma görevi üstlenmiştir.Zemin kotunda inşa edilen bu konutların üzeri toprakla örtülmüş ve çatının,yeşil olma özelliğine sahip olması amaçlanmıştır.Aynı zamanda bir yarımküre şeklinde tasarlanan yapılar,hiç bir basamak kullanmadan üzerlerine çıkılabilen türden olmaktadır.Yapıların arka kısmı,ortak bir alana açılmaktadır.Orta kısımda,küçük bir gölet yer almaktadır.Yine peyzaj yapımında kullanılan malzemeler,kazı alanında çıkan harfiyattan oluşmaktadır.Böylece yapılar,yeşil mimarininde özelliklerini taşırlar.Her yönüyle,çevreye adapte bu mimari toplam 4.000 metrekarelik alana yapılmıştır.Her bir konuta düşen alan,200 metrekaredir.Konutların her biri ise 60 metrekaredir

Montreal Biyosferi

1967 Dünya Expo Fuar’ı için Buckminster Fuller tarafından Montreal, Kanada’da inşa edilen Biyosfer Montreal (Biosphere), Buckminster Fuller’in imzası olarak kabul edilen jeodezik kubbelerin en önemlilerinden bir tanesidir. An itibariyle Montreal şehrinin en önemli yapılarından biri olarak kabul edilen Biyosfer, Expo fuarının bitmesinin ardından Amerika Birleşik Devletleri hükümeti tarafından Kanada’ya hediye edilmiştir, ve bu sayede ABD pavyonu, fuar bitmesine rağmen Kanada’da kalmıştır.

Buckminster Fuller, Biyosfer Montreal’in inşasından önceki 20 yıl boyunca jeodezik kubbelerin strüktürel yapısını ve tasarımını deneyimlemiş, ve tüm deneyimlerini de 1967’de ABD Pavyonu’nu tasarlamak üzere kullanmıştır. Buckminster Fuller, jeodezik kubbeleri her türlü mimari yapıda kullanılabilecek, sürdürebilir, kolay inşa edilen ve fonksiyonel bir sistem olarak görmektedir. Bu nedenle ABD Pavyonu’nun yapımında da bu dinamik ve yenilikçi sistem kullanılmıştır.

76 metrelik bir çapa sahip olan küresel yapı,çok büyük bir hacmi içinde barındırmaktadır. Geometrik olarak yirmi-yüzlü eşkenar üçgen biçimli çelik birimlerin bir araya gelmesiyle oluşturulmuştur. Bu çelik elemanlar, akrilik paneller ile kaplanarak, kubbenin içerisine gelen ışık miktarı ve kubbenin içerisindeki ısı kontrol edilmeye çalışılmıştır.

1976 yılında çıkan bir yangın sonucunda, yapıyı kaplayan akrilik panellerin büyük bir kısmı yanarak deforme olmuştur. Bu yangının ardından kubbe kaplanmayarak çıplak bırakılmıştır. Bu her ne kadar mimarın orijinal kararı olmasa da, yarattığı transparan görüntü esere farklı bir anlam kazandırmıştır.

Bu büyük jeodezik kubbenin oluşturduğu hacmin içerisine ise, 7 katlı bir sergi binası bulunmaktadır. Bu serge binası farklı kotlardaki platformlardan oluşarak, her platforma yürüyen merdivenler aracılığıyla ulaşılmaktadır. 1990 senesinde ise Kanada Hükümeti tarafından satın alınan bu devasa yapı, ekolojik bir müze olarak hayatına devam etmiştir.

Walt Disney Konser Salonu

Frank Gehry tarafından tasarlanan Walt Disney Konser Salonu (Walt Disney Concert Hall), 2003 yılında Los Angeles’ta açıldı. Los Angeles Filarmoni Orkestrası’na kalıcı olarak ev sahipliği yapan Walt Disney Konser Salonu, ikonik mimarisi ve kusursuza yakın akustik performansı ile dünyanın en önemli konser salonlarının arasında yer alıyor. Frank Gehry ile özdeşleşmiş geniş alanları kaplayan, kıvrımlı yüzeylere ve metal bir kabuğa sahip olan yapı Gehry’nin en bilinen işlerinden bir tanesi.

Yapının temelleri Lilian Walt Disney’in, vefat eden kocasının anısına 1987 yılında 50 milyon dolar bağışlaması ile atılıyor. Los Angeles’ta müzik, sanat ve mimarlık odaklı bir kültürel referans noktası oluşturmak için yapılması planlanan konser salonunun tasarımı uluslararası bir yarışma sonucunda seçiliyor. Frank Gehry’nin projesi, 70’e yakın proje arasından birinci oluyor. Böylece, First Street ve Grand Avenue caddelerinin kesiştiği noktada, dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri yükseliyor.

Gehry’nin önerisi, Los Angeles’ın merkezinde bulunan proje alanını kamusal kullanıma açan, ve üzerinde açık bahçeler sunan bir proje. Yapı, temel olarak bir dizi birbirine bağlanmış mekanlardan oluşan bir kabuk. Binanın içinde hem dik açılardan oluşan, taş ile kaplı mekanlar hem de daha kıvrımlı çizgilerden oluşan, metal ile kaplı mekanlar bulunuyor. Farklı hacimlerin arasında ise köprü görevi gören cam kaplı yüzeyler bulunuyor. Bu nedenle Walt Disney Konser Salonu’nun bütünü simetri ve uyum kurallarına meydan okuyor.

Yapının en önemli birimi olan konser salonu tek bir kütle olarak tasarlanmış; orkestra ve seyirciler aynı mekanda bulunuyor. Sahne, salonun ortasına yerleştirilmiş, böylece sahnenin dört tarafında da koltuklar bulunuyor. Böylece localar ve balkonlar gibi seyirciler arasında hiyerarşik bir düzen kuran mekansal kurgulardan kaçınılmış, salonun içinde mekansal ayrımlardan uzak durulmuş.

Salonun çelik çatısının strüktürel yapısı salonun tüm açıklığını geçebiliyor. Böylece konser salonunun içinde herhangi bir kolona ihtiyaç duyulmamış. Salonun girişinde ise devasa bir organ bulunuyor. Frank Gehry ve Manuel J. Rosales’in ortak tasarımı olan organ 6134 borudan oluşuyor ve neredeyse tavan seviyesine kadar yükseliyor.

Frank Gehry, Walt Disney Konser Salonu’nun tasarımı sırasında bir numaralı önceliği olarak akustik performansı belirlemiş. Konser salonunun mimarisi oldukça ihtişamlı olsa da, Gehry akustik performansı estetiğin önünde tutmuş. Akustik danışman Yasuhisa Toyota ile birlikte çalışan Gehry, salonun mekansal özelliklerini ve salonda kullanılan malzemeleri içerideki sesin en yüksek kalitede çıkmasını sağlayacak şekilde seçmiş. Salonun akustik performansını ölçmek adına, oditoryumun 1:10 maketi yapılmış ve her bir koltuktan duyulan sesler test edilmiş. Konser salonunun çatısının dalgalı yapısı da akustik performansın yükselmesi için verilen mimari kararlardan bir tanesi.

Walt Disney Konser Salonu’nun hareketli, iniş çıkışlı ve farklı açıların bir araya gelmesiyle oluşan dış yapısı müziksel hareketliliği yansıtmakta. Gehry, çoğu tasarımında olduğu gibi WDKS’nin son şekline eskizler çizerek ve çizdiği eskizleri kağıt modeller ile üç boyutlu hale getirerek ulaşmış. Yapının olağandışı kıvrımlı şekli, bu sıradışı tasarıma özgün geliştirilmiş bir taşıyıcı sistem kurgusu ile üretilebilmiş. Çelik iskelet sistem ile ayakta duran yapının kuzey kısmında 17 derece eğimine kadar ulaşan kolonlar bulunuyor. Yapının bazı kısımlarında strüktürel sistem çıplak bırakılmış, ziyaretçiler binayı taşıyan çelik sistemi görebiliyor.

Yapının 12,500 oluklu metal levha ile kaplanmış cephesi ışık ile doğrudan ilişki kuruyor. Cephenin kıvrımlı metal yüzeyleri ışığı farklı yönlerde yansıtıyor. Gehry ilk olarak Walt Disney Konser Salonu’nun cephesini taş ile kaplamayı düşünse de, Guggenheim Bilbao Müzesi’nin tamamlanmasının ardından daha şekil verilebilir bir malzeme olan oluklu metal panelleri tercih ediyor. Binanın cephesinde opak metal yüzeylerin altında binanın zemin katını saran asimetrik bir cam bant bulunuyor. Konser salonu bu cam bantlar ve geçiş bölümlerindeki açıklıklardan ışık alıyor.

Walt Disney Konser Salonu, pek çok önemli mimari esere komşu bir yapı. Salonun hemen yanında Dorothy Chandler Pavyonu ve Arata Isozaki’nin Çağdaş Sanatlar Müzesi bulunuyor. Caddenin karşısında ise Diller Scofidio + Renfro’nun tasarladığı Broad Müzesi var.

Zemini Güneş Paneli İle Kaplanan Yol

Fransa Çevre Bakanlığı’nın desteği ile Colas adlı şirket tarafından 2.880 adet fotovoltaik güneş paneli kullanılarak dünyanın ilk güneş yolu projesi hayata geçirildi. Panellerin tüm sokak ışıklarını çalıştıracak şekilde elektrik üreteceği öngörülüyor. “Wattway” adı verilen yol 2 yıl boyunca test edilecek. Günde yaklaşık 2.000 sürücü geçecek olan yolun ne kadar elektrik üretebileceği gözlemlenecek. Çevre bakanı projenin 5.000 kişilik bir nüfusa aydınlatma sağlayacağını söylüyor. Paneller silisyum içerikli reçine ile kaplanarak uzun yıllar otomobil ve kamyonların eskitmesine karşı dayanıklı olacak şekilde dizayn edildi. Colas şirketi önümüzdeki 4 yılda toplam 1000 kilometrelik güneş panelli yollar inşa etmeyi planlıyor. Bunun için ise en temel şartın yapılan yolların maliyetini karşılaması olduğunu söylüyor. Bu iki yıllık deneme süreci eğer başarılı olursa proje hayata geçirilecek. Fotovoltaik konusunda uzman olan kişiler ise, zemine döşenen bu panellerin güneşi görecek şekilde açıya sahip olmadığından verimli olmayacağı görüşünde. Colas şirketi projenin sadece Fransa’da değil bütün dünyanın belirli 100 farklı noktasında da faaliyete geçirilmesini planlıyor. 1.000 kilometrelik bir sistemin 5 milyon kişiye elektrik sağladığı gerçeğini düşünürsek insanlık için büyük bir adım olacaktır.

The Neverwas Haul

1986 yılında San Francisco’da teması özgürlük ve belirli ihtiyaçların paylaşım yoluyla temin edildiği bir organizasyon olarak ortaya çıkan “Burning Man” adındaki festival, her yıl birbirinden farklı tasarımlara ev sahipliği yapıyor. Bir bilim kurgu alt türü olan SteamPunk kavramının meraklıları tarafından 2006 yılında tasarlanan ev, o günden beri Amerika’nın her köşesini ziyaret ediyor.
The Neverwas Haul (Kaliforniya,ABD), ilk olarak Academy of Unnatural Sciences of Berkeley tarafından oluşturuluyor ve tasarlandığı günden bu yana yapının zamanla aşınan parçaları düzenli olarak yenilenmeye devam ediyor. Fonksiyonel tasarımıyla öne çıkan yapı, yaklaşık 8 metre uzunluk ve yüksekliğe, 3.6 metre genişliğe sahiptir. Ünlü İngiliz bilim kurgu yazarı H.G. Wells’in romanlarından esinlenerek uyarlanan Viktoryen tarzdaki gezici evin 75%’i dönüştürülmüş malzemeden oluşuyor.

Niteroi Contemporary Art Museum(Modern Sanat Müzesi)

Niteroi Contemporary Art Museum, yani Türkçe adıyla Niteroi Çağdaş Sanat Müzesi, Brezilya’nın Rio de Janeiro eyaletindeki Niteroi şehrinde bulunuyor. Simgesel formuyla öne çıkan yapı, Pritzker Mimarlık Ödüllü Brezilyalı mimar Oscar Niemeyer’in önemli eserleri arasında yer alıyor. Farklı görünümü ile akıllarda yer edinen müze, mimarının modernist tarzını yoğun bir biçimde hissettiriyor. Yapı, alışılmış müze tasarımlarının dışına çıkan dizaynı ile birçok sanatseverin ilgisini çekiyor.

Niteroi Güncel Sanat Müzesi, özgün formu nedeniyle birçok ziyaretçi tarafından çeşitli şekillere benzetilebiliyor. Kadehe, beyaz bir tabağa ve hatta ufoya dahi benzetilen bu mimari eser, şehrin silüetine renk katıyor. Deniz kenarındaki dar bir alanda inşa edilmiş olan müze, merkezden destek alarak, bir silindir üzerinde yukarı doğru genişliyor. Manzarayla bütünleşen dairesel form, içerideki eserler ile oluşan sanatsal atmosferi hayran verici bir görsellikle birleştiriyor. Gelen ziyaretçileri sarmal bir rampayla içine alan müze, gövdenin yerleştiği yerde de ufak bir meydan tanımlıyor.

Şehre gelenlerin başlı başına bir sanat eseri gibi ziyaret ettiği müze, kayalıklara konumlanmış vaziyette Niteroi şehrini selamlıyor. Toplam 50 metre çapındaki dairesel gövde, üç ayrı katta bulunan sergi alanlarıyla ve idari mekanlarıyla fonksiyonel bir müze planı ortaya çıkmasını sağlıyor. Estetik yönüyle kendine hayran bırakan gövdeye spiral bir rampa ile rahatça ulaşılabiliyor. 2,7 metre çapındaki merkezi silindir ile desteklenerek zeminden yükselen yapı, aerodinamik özellikleriyle de göz dolduruyor. Zemin altındaki kısmımda bulunan hacimler, yapının işlevselliğini oldukça arttırıyor.

Modern mimarlığın sade ve etkileyici yönlerinin yoğun olarak hissedildiği müze, merkezdeki bir silindir üzerinde yükselen tasarımıyla mühendislik açısından da dikkat çekiyor. Dar alanda zeminden yukarı doğru genişleyen form, insanlarda hayranlık uyandıracak bir anıtsallık hissi yaratıyor. Müze, tasarımından aldığı güçlü imajıyla modern mimarlığın önemli bir örneği haline geliyor. Dairesel kıvrımların bir merkez etrafında adeta dans ettiği yapı, zeminle birleştiği yerdeki havuz ögesiyle dengeli bir çevresel düzen oluşturuyor.

Niteroi şehrinin estetik bütünlüğüne de kaktı sunan Niterói Contemporary Art Museum, Brezilya’nın önemli mimari yapılarından birisi oluyor. Mimar Oscar Niemeyer, müzenin içerisinde de oldukça fonksiyonel sergi hacimleri oluşturuyor. Müzede oluşacak insan sirkülasyonuna uyum sağlayan zarif rampa ve iç mekanın işlevsel birlikteliği, mekanın ziyaretçiler tarafından rahatça ziyaret edilmesini sağlıyor.