Borgund Stave Kilisesi

Norveç topraklarında sıkça rastlanan Stave Kiliseleri ahşaptan oluşan, Orta Çağ’a ait, kereste çerçevelerle tutturulmuş yapılardır. Çoğunluğu Viking Dönemi’nde yapılan bu kiliselerin kalıntıları arkeolojik kazılarda ortaya çıkmıştır. Ama kendini koruyan ve dönemini yansıtan kiliseler de hala mevcuttur. Bunlardan en önemlisi ve neredeyse sıfır denecek kadar az restorasyona uğramış kilise Borgund Kilisesi ya da Borgund Stave Kilisesi’dir.
Borgund Kilisesi (Borgund Church), Norveç’te kaybolmamış 28 adet Stave Kilisesi’nden en ünlü olanıdır. 1180 ve 1250 yılları arasında inşa edilmiş olan Borgund Kilisesi kereste ve odundan oluşan malzemelerle Vikingler tarafından yapılmıştır. Norveçce dilinde “Stavene” kelimesinden gelen “Stave” kelimesi “çubukları ya da köşe iletileri” anlatmaktadır. Bu da kiliselerin yapımında ayakta durmasını sağlayan temel malzemedir. Bu kiliselerin bir diğer adı da Ağaç Kiliseler’dir. Borgund Kilisesi’ne dönersek; kabartma ve ejderha başlarıyla süslü yüksek kornişler sadece Vikingler’de bulunmaktadır. Bunun anlamıysa; Vikingler’in deniz yolculuklarında gemilerinde mutlaka bulunan ejderha ve yılan başı figürleridir. Bu figürler kötülükten, kötü ruhtan korunma amaçlı olarak Vikingler tarafından kilislerde de kullanılmıştır. İskandinav mitolojisinde geçen ejderha başı gibi tehditkar hayvanlar, denizlerdeki kötü ruhları ve canavarları kovmak amaçlı kullanılmıştır (Danimarka, İsveç ve Norveç, İskandinav ülkeleridir).
Borgund Kilisesi, Vikingler’in günümüze bıraktığı anıtlardan biri olmuş ve kabartmalarla da süslenmiştir. Kilisenin duvarlarından ise Runik Yazıtları vardır ki Runik alfabesini Vikingler kullanmıştır. Bu alfabeyi kullanırken sembolleri ve harfleri taş, tahta gibi sert cisimler üzerine yazarak kazımışlardır. Ağaç kiremitlerle örtünen yapının üzeri, duvarlarla bulunan Runik Yazıtları, kabartmalar ve Vikingler’in kültürü Borgund Stave Kilisesi’nde hala korunmaktadır.

Lotus Temple(Nilüfer Tapınağı)

oğadan ilham alınarak inşa edilmiş bir güzellik, Lotus Temple yani Lotus Tapınağı… Hindistan’ın Delhi şehrinde bulunan bir Bahai İbadethanesi olan Lotus Tapınağı, nilüfer çiçeğine benzeyen şekli ile kentin göze çarpan cazibe simgeleri arasında. İnşası 1986’da tamamlanan yapı ekspresyonist bir mimarlık tarzına sahip.
Kabul etmek gerekiyor ki, tabiatın sonsuz mucizelerini gördüğümüzde onlara hayran kalmamak elde değil. Zira doğa, insanoğlundan da öte en iyi mucit ve en deneyimli mimar. Lotus Tapınağı’nın tasarımı da işte tam bu fikir ile yola çıkmış. Tapınağın mimarı İranlı Fariborz Sahba 1976 yılında tapınağın tasarımını tamamlamış ve tapınağın yapısal tasarımını yapmaları 18 ay sürmüş.
70 metre yüksekliğe ve 34 metre genişliğe sahip 9 dairesel yapıdan oluşan mimari üç kısma ayrılıyor: Giriş yaprakları, dış yapraklar ve iç yapraklar. Dış yapraklar binanın ana ibadet alanını oluşturuyor. Giriş yaprakları çatı görevini görüyor. Lotus Tapınağı’nın tek kubbesi ve 9 girişi bulunuyor. Bu da dinsel sebeplere dayanıyor: Tek kubbe olmasının sebebi Tanrı’nın tek olduğu, 9 girişli olmasının sebebi ise dünyada 9 dinin var olduğu inancından ötürü. Bu girişler, içerisinde 1300 kişiyi oturtabilecek ve 2500 kişiyi ayakta tutabilecek devasa bir salona açılıyor.
Zemininde Yunanistan’ın Penteli Dağı’ndan gelen beyaz mermer taşları bulunuyor. Beyaz mermer sayesinde tapınak hem uzaktan görülebiliyor hem de gün batımındaki ışık yansımaları sayesinde insanlara göz ziyafeti yaşatan mavi – mor bir görünüm alıyor. Tapınağın çevresi ise gölet ve bahçeleri ile beraber 105.000 metrekarelik alanı kapsıyor. Tapınak, bu eşsiz ve göz kamaştıran özellikleri ile tüm Bahai Tapınakları arasında daha özel bir yere yerleşiyor ve ününü koruyor.

Demlik Benzin İstasyonu

Abd’nin  Zillah kentinde bulunan Demlik Benzin İstasyonu görenleri şaşırtıyor ve hayran bıraktırıyor.  Bu küçük sevimli benzin istasyonu 1922 yılında Jack Ainsworth tarafından tasarlandı. Dünyanın dört bir köşesinde gezilip görülmeyi bekleyen birbirinden ilginç yapılar, birbirinden enteresan inşa hikayeleriyle birlikte var oluyor. ABD sınırları içinde minik fakat meşhur bir yapı olarak karşımıza çıkan Demlik Şeklindeki Benzin İstasyonu görüldüğünde insan şu soruyu kendi kendine sormadan edemiyor: Bir insan durup dururken neden çay demliği şeklinde bir benzin istasyonu inşa etmek istesin? Aslında cevap basit; eğer siz de 1920’li yıllar Amerika’sında yaşamış olsaydınız hicvedilmek istenen şeyi hemen fark etmeniz işten bile değildi.

Denver Sanat Müzesi

Abd’nin Danver şehrinde bulunan Denver Sanat Müzesi Daniel Libeskind’in erken dönem işlerine hayran olanlar için yeni çizgisini izlemek ızdırap verici. 1999 yılında ilgi uyandıran zigzag formlu Jewish Museum’la yıldızının yükselmesinin ardından, Ground Zero Master planlamasındaki rolü esnasında tasarımından çok tasarımını savunmadığı için aşağılanmıştı. Ve aralarında, bir kürenin parçalara ayrılmasını öneren tasarımıyla, İngiltere’deki 2002 War Museum’un da bulunduğu en kötü binaları Libeskind estetiğinin bir karikatürü durumunda.

Denver Art Museum’a yapılan yeni ek Libeskind’in yapıtlarında barınan çelişkilerin tümünü yakalıyor. Cesur, çoğunlukla büyüleyen formlar hünerinin orjinalliğini destekliyor, fakat eziyet altındaki geometrik formlar burayı sanat yerleştirmek veya izlemek için yetersiz kılıyor ki, pek de küçük bir sorun sayılmaz. Ve bütün duygusal gücüne rağmen, bina ürkütücü şekilde modası geçmiş ve hatalarıyla göz önünde duruyor.
Şehrin yeni kültürel bölgesinin odağında, müze, zemin üzerinde yuvarlanan bir yığın kutu izlenimi veren birbirleriyle içiçe girmiş bir seri dikdörtgenlerden oluşuyor. Giriş, bir zamanlar harap olmuş pansiyon evlerden genç şehirlilerin kullanımı için dönüştürülen bir muhitte, Civic Center ile Golden Triangle’ı biribirine bağlayan ağaçlarla bezenmiş bir meydana bakıyor.
Yeni meydan iyi giydirilmiş bir formül: kısa zamanda canlı bir sokak yaşantısı üretmek amacıyla yine Libeskind tarafından tasarlanan müzeler, mağazalar ve stüdyo apartman kompleksleri. Şehir yetkilileri bunun Denver şehir merkezini yeniden canlandıracağının sözünü veriyorlar.

Bu çevre içerisinde müze büyüleyici olabilir. En göze çarpan özelliği, Gio Ponti müze binasına uzanan bir cadde üzerinde bir köşeden fırlayan üçgen bir form. Bir köprü iki binayı alttan birleştirir. Diğer formlar kısmen girişi koruyarak plazaya doğru yuvarlanır. Ancak, dış katmanlardaki deha, değişen bakış yönlerine göre değişen görüntüde yatıyor. Gaga benzeri uzanan form şehir merkezindeki yüksek binalar arasından parçalar halinde izlenebiliyor; diğer açılardan strüktür durağan ve bir depo gibi görüntüsünde. Geceleri ise bina ona garip bir donukluk veren 2 boyutlu bir basıklığa bürünüyor.

Libeskind, yakaladığı bu enerjinin bir kısmını binanın tamamından geçirir. Ziyaretçiler galerilere, dört katlı bir atriyum lobi etrafında dönerek yükselen bir merdivenle ulaşırlar. Tırmandıkça merdiven darlaşır ve daha yakın hale gelir. Duvarların kesiştiği yerlerdeki yarık şeklindeki pencerelerden süzülen ince ışık huzneleri binaya zaman zaman birleşme noktalarından ayrılıyormuş görüntüsü kazandırır. Daha yukarıda, kirişler binanın üzerinize yıkılmasını önlercesine biribirlerini keserler.

Kesişen geometriler, tavan aralarında rastlanan harika fazladan mekanlara benziyor, ve Libeskind bazılarına oturma grupları yerleştirerek bu mekanları lehine kullanıyor.
Bir koltukta otururken, bir kaç kat yukarıda merdiven boşluğunda yükselmekte olan bir insanın siluetini yakalayabilirsiniz. Diğer zamanlarda, tecrübeniz Max Beckman’ın ekspresyonist bir tablosundaki rahatsız edici, dağınık formlara girmeğe benzeyebilir.
Ancak bu mekan gerçek sanat eserlerini izlemek için tasarlanmış bir yer. Ve eğer çağdaş mimarları sanat eserlerine saygısızlık eden sığ müzelerle eleştirmek yorucu bir hal aldıysa, bu bina bunu doğrular nitelikte görünüyor. Tamamen form kaygısıyla elde edilmiş zorlanmış geometrilerle ortaya çıkan sıkıcı duvarlar ve asimetrik odalarda sanattan keyif almak neredeyse imkansız hale geliyor.

Küratörler doğru tercihler yapmışlar. Bazı heykeller burada müthiş görünüyor. Antony Gormely’nin paslanmaz çelik çubuklardan hazırladığı anonim figür, 2000 “Quantum Cloud XXXIII,” adeta tüm bina kendi etrafında parça parça yüzüyormuş gibi hissettirerek mekanın içine dalıyor. Fakat Degas ve Pisarro’nun tabloları çevrelerindeki bu kaos içinde kaybolmuş görünüyorlar. Warhol’un bir dizi halindeki Campbell’in çorba konservesi tabloları, küratörler artık onlara uygun yerler aramaktan yorulmuşlarcasına bir kolonun yüzeyi üzerine öylesine yerleştirilmiş.

Bir başka rahatsız edici unsur da binanın modası geçmiş görüntüsü. Frank Gehry’nin Bilbao, İspanya’daki Guggenheim Müzesi’ne hürmeten mi, yoksa meşhur kaplamasının denenmiş uygunluğundan mı bilinmez, binanın titanyum kaplaması garip bir biçimde tanıdık geliyor. Ve daha genel olarak, bu formlar size Libeskind’in diğer binalarındaki geometrileri hatırlatabilir: Londra’daki Victoria ve Albert Müzesi’nin inşa edilmemiş ek binasının yuvarlanan kutu benzeri formalarını, San Francisco’daki Contemporary Jewish Museum’un (Çağdaş Musevi Müzesi) açıları saptırılmış uzantılı şekillerini. Bu sanki aynı binayı üstüste defalarca görmeğe benziyor. Ve Gehry’nin en iyi işinden farklı olarak, şekiller genellikle tamamen kendi iç mantıklarından şekillenmişler; işlevlerine ve çevrelerindeki binalarla olan ilişkisi zorlanmış ve yapmacık.

Bu problem Libeskind’in kariyerinin eğrisine bağlı olabilir. Pek çok çağdaşı profesyonel hayatlarının ilk aşamasını bir şeyler inşa etmek mücadelesiyle, gece gündüz çalışarak “isim yapmadan”, birbiri ardına bir yere varamayan tasarımlar üretirken geçirdi. Fakat bu çaba içinde, daha sonraları, isim yaptıklarında akmaya başlayan tasarım talepleri esnasında kullanabilecekleri pek çok fikirler biriktirebildiler.

Libeskind iş hayatının ilk on yılını bir akademisyen olarak geçirdi. Berlin Müzesi’ni bitirdiğinde 54 yaşındaydı ve bütün bir on yıl boyunca içindeki herşeyi, hala kendisinin en iyi mimarlık başarısı olan bu tek binaya akıtmıştı. Yeni kazanılmış şöhret kendisine pek çok iş olarak döndü, ancak öyle görünüyor ki, kendisi bu erken dönem mimari dili genişletmekte, adeta aniden bir yıldız mimara dönüşmesinin, kendisine yeni fikirler ve zorlamalar üzerinde yeterli zaman ve mekan tanımamış olamasının sıkıntılarını yaşıyor.
Müzenin önündeki plazanın karşısındaki konut ve satış kompleksi ana binasını ucuz bir kopyası gibi duruyor. Beş katlı bir park strüktürünün iki kenarını saran bu kompleks kompozisyon keskinliğinden yoksun.
Garip şekilli formlar, belli bir tutarlı dil veya neden olmadan binanın cephelerinde biraraya getirilmişler. Birbirini kesen tirizlerin yarattığı ızgara cephe ucuz ve aşırı görünüyor. Ve iç mekanlar, bir kaç değişik manzara yakalamayı başaran rastgele yerleştirilmiş bir kaç pencere dışında, tatsız bir şekilde sıradan.
Bütün bunların Libeskind’in geleceği için ne sakladığını merak etmemek elde değil. Kendisi, Dresden’de bir Alman Askeri Tarih müzesi ve Dublin’de bir sahne sanatları merkezi inşa ediyor; şu an Milano, Singapur, Toronto, Sacramento, Kaliforniya’da iki düzineden fazla konut ve büro kulesi inşa ediyor. Bu müşterilerden bazıları kaliteli mimari konusunda ciddi; diğerleri ise büyük ihtimalle Libeskind ismi için bu işin içinde.
Fakat bütün mimarlar için kanıt işin kendisidir, ve Denver çıldırtan bir paket. Dönüşümlü olarak bazen büyüleyici, bazen sıradan ve bazen rahatsız edici, yani bütün yanlış nedenlerden ötürü uzlaşamamış bir paket.

Filistin’in Başkenti Kudüs’te Arı Kovanı Evleri

Kudüs’te bulunan Arı Kovanı Evleri ilginç mimarisiyle dünyanın en farklı yapıları arasında yerini almış durumda. Filistin’in başkenti kudüs’te bulunan bu yapı görenleri adeta şaşırtıyor. Doğadan alınan ilhamla yapılan bu yapıt gelecek kuşaklarada örnek olmuştur ve ilham kaynağı haline gelmiştir. Doğadan öğrenecek çok şey olduğunu bizlere kanıtlayan mimar Hecker, küçük bir alanda ve fakat konforlu bir şekilde ne kadar fazla insan yaşayabilir düşüncesi ile yola çıkmıştı. Hecker, geometrik şekilleri, asimetrik yapıları ve helezonu andıran görüntüleri ile dikkat çeken sıra dışı bir mimar olarak ün yapmıştı. Normal bir konut projesini kendi sıra dışılığı ile ilginç hale getirmeyi başardı.

Ontario Kraliyet Müzesi

Ontario Kraliyet Müzesi doğa ve dünya kültür tarihi üzerine odaklanmış 6 milyon parça ve 40 galeri içeren Kanada’nın en büyük müzesidir. Müze, eski yapıya çağın stilini yansıtan bambaşka bir ek bina yapılması geleneğinin harika bir örneği. Yeni bina şeklinin keskin hatları, cam ve metal görüntüsüyle bir çeşit kristale benzetilmiştir ve bu isimle anılmaktadır. Mimar Daniel Lebeskind “KRİSTAL” yapıyı eski bina ile birleştirerek eski ile yeninin en zıt buluşmalarından birini ortaya çıkarıyor. Yapı, adeta eski binanın içinden fırlayan modern ve aykırı bir yapı görüntüsü veriyor. Yapıya bir baktıktan sonra defalarca bakmamak gerçekten imkansız. Bu güzel yapı bütün beğenileri üstüne topluyor. Hem halk hemde dışardan gelen turistlerin akınına uğruyor,görenlerin hafızasında yer kaplıyor.

Grüne Zitadelle

Almanya’nın Magdeburg şehrinde bulunan Grüne Zitadelle 2.Dünya Savaşından önce hareketli yaşamı ve sanatsal binalarıyla öne çıkan Magdeburg, savaşla beraber tamamen yıkıldıktan sonra, Sovyet stili binalarla kaplanmış. Yeşil Kale, Magdeburg kentinin düz ve geometrik hatlarına aykırı bir dokunuş katması için de tasarlanmış. Modern Magdeburg’un kilometre taşlarından biri olarak kabul ediliyor. Günümüzde yemyeşil parkları ve su köprüleriyle de ünlü olan kentin tartışılmaz incisi, daima Die Grune Zitadelle. Kale içinde gezinmek, hakkında bilgi edinmek ve burada zaman geçirmek isteyenler için, rehberli turlar düzenleniyor. Kafelerde oturup, alışveriş yaptıktan sonra kompleks içindeki tiyatroda da bir oyun seyretme olanağı mevcut. Bu güzel yapıyı görenlerin gözleri kamaşıyor ve bütün beğenileri üstüne topluyor.

Bishop Castle(Piskopos Kalesi)

ABD’nin Colorado eyaletinde inşaa edilen Bishop Castle Halka ve Gelen turistlere her zaman açık ve her zaman ücretsizdir. Yaklaşık 60 yıldır, Jim Bishop, Colorado’daki azimden en etkileyici anıtlardan birini inşa ediyor. Piskopos kalesi, sadece bir Rüya sahibi olmakla kalmayıp aynı zamanda Rüyaya bağlı kalmaksızın ve en önemlisi, kendinize inanıyorsanız ve bunu sürdürmek için çaba harcarsanız, taş ve demirden yapılan anıtsal bir heykeldir. Bu inanç, her şey olabilir! İç mekan odalarının üç tam hikayesi, Grand Balo Salonu, yükselen kuleler ve yüzlerce kilometre uzaktaki köprüleri ile tamamlanan Fire-Breathing Dragon, Bishop Castle’ı unutulmaz bir deneyim haline getiriyor! Ziyaretçiler her zaman ücretsiz karşılanır ve kalenin kendisi her zaman açıktır.

Conch Shell House(Kabuklu Ev)

Meksika’nın Isla Mujeres kentinde yapılmış olan Conch Shell House(Kabuklu Ev) şekli mükemmeldir ve dış tarafı güzel bir deniz yıkanmış beyazdır. Ayrıca iki yatak odası, klima ve yemyeşil bir açık havuz bulunmaktadır.
Aslında, ev Meksika’nın en ünlü sanatçılarından biri olan Octavio Ocampo ve erkek kardeşi tarafından tasarlandı. Ev, gerçeküstü dokunuş toplantısı yaz-ev işlevselliğinin mükemmel bir göstergesidir ve mahalleye benzersiz
bir sualtı estetiği katar. Ocampo’nun denizdeki mimari şaheseri, bir insanın alabileceği deniz salyangoz yaşam tarzına yakındır. Tabii ki Conch House tüm gerekli yaratık konforuna sahiptir, ancak Karayipler’deki kökenleri boyunca mevcut. Dış cephesinde bulunan deniz kıyısına etkileyici bir şekilde benzemenin yanı sıra, kabuk evi de içeride çok deniz gibi detaylara sahiptir. Lavabo ve musluklar mercan ve kabuktan yapılmıştır ve ana yatak başlıkları benzer şekilde tasarlanmıştır. Ne yazık ki, Conch Shell House Ocampo’nun özel konutudur ve turne için halka açık değildir. Ancak, ev özel etkinlikler ve partiler ya da romantik bir kaçamak için kiralanabilir.

Olympik Stadyum

Montreal Olimpik Stadyumu veya Montreal Olimpiyat Stadyumu Quebec, Montreal’de bulunan ve 1976 Yaz Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmış stadyumlardan birisidir. Stadyum, Kanada’da beyzbol ve Kanada Futbolu
maçlarına ev sahipliği yapmaktadır. Takma ad olarak ‘The Big O’ ismiyle hitap edilmektedir. Spor karşılaşmaları dışında birçok konser burada düzenlenmiştir. Sting, Metallica, Guns N’Roses, Pink Floyd gibi grup ve sanatçılar burada konser vermiştir. Pink Floyd konserinde 6 Temmuz 1977’de 78.332 kişi konsere gelmiş. Bu da stadyum için rekor bir katılım olmuştur.

Piyano Ev

Piyano Ev,Çin’in An Hui eyaletinde bulunan bu piyano ve keman görünümündeki ev oldukça ilginç bir görünüme sahiptir. Keman şeklindeki yapının içinde yürüyen merdiven bulunmaktadır. Dünya’da bulunan farklı yapılardan bir taneside bu. Özellikle Turistlerin dikkatini çeken bu yapı hem görüntüsü hemde mimari yapısıyla görenleri hayran bıraktırıyor. Gelecek için bu ve buna benzer projeler yapmak isteyen firmalar yada şahıslar için iyi bir ilham kaynağı olmuş. Bakıldığında tam bir müzik enstürmanı şeklinde gözüken ve içerisinde yürüyen merdiven barındıran bu dev Piyan ev görenlerin gözlerini kamaştırıyor.

Robot Bina

Robot Bina, Robot görünümündeki bu bina, Tayland’ın Bangkok şehrinde bulunan “United Overseas Bank”ın Bangkok’un merkez yönetim binasıdır. Bu şekilde tasarlanmasının nedeni olarak, neo klasik ve yüksek teknoloji postmodern mimariye karşı bir tepki olarak gösterilmektedir. Düşünce güzel ve mimari de bir o kadar güzel. Görenleri hayretler içerisinde bırakan bu mimari yapı dünyanın en güzel mimarileri arasına giriyor. Son zamanlarda o kadar popüler bir hale geldiki özellikle turistlerin ilgi odağı haline geldi.