GÖKHAN AVCIOĞLU İLE YAPILAN SÖYLEŞİDEN KISA KESİTLER

Kuum projesine nasıl başladığınızdan ve projenin tasarım sürecinden söz eder misiniz?
2000 yılından itibaren gerek İstanbul, gerek New York ve şimdilerde de Paris stüdyomuzda yapmaya çalıştığımız, modernist şablonların dışında, projeye yönelik, dolayısıyla arsasına yönelik ya da arsası olmayan, geliştirmeye açık, herhangi bir yerde inşa edilebilecek yapılara yönelik projeler üzerinde çalışmaktayız.
Bu yapıları ikiye ayırıyoruz, ilki bağlamdan hareket ettiğimiz yani belirli bir arsa, belirli bir alan ve bu alanı çevreleyen yapılar. Birde konsept üzerinden hareket ettiğimiz, daha çok bina kavramı ve inşa etme konseptiyle ilgili gelecek projelerde nasıl davranabileceğimizi araştırdığımız projeler var. İstanbul’daki ofis, burası daha fazla yapıya ihtiyaç duyuyor olduğu için bu konularda düşündüklerimizi uygulamaya yoğunlaşıyor. Kuum da bu projelerden biri. Kuum’un arsası deniz kenarında ve 350m gibi güzel bir sahil uzunluğu olan üçgen bir arazi. Bu arazi üzerinde en dar noktadan bir hareketi kullanarak, bunu arazideki eğimle birleştirerek binaların hem kendi aralarında hem araziyle ve manzarayla ilişkilerinde en yüksek verimi alabileceğimiz bir yerleşim üzerinde çalıştık. Bunun gerçekleştirilmesinde de çok bildik ama geliştirilmiş yöntemler kullandık. Birincisi verilerin ortaya çıkarılması için, ikincisi de uygun alanlar ve büyüklüklerin oluşturulması için küçük bir yazılım hazırladık.Gerçek anlamda nasıl optimize edebileceğimizi, gerçek bina büyüklüklerini nasıl belirliyebileceğimizi araştırırken bunlara tabi ki yönetmeliklerin tanımladığı büyüklükler, binalar arası mesafeler, kat yükseklikleri gibi birtakım veriler de dahil edildi. Bir otel ve konut grubu yapılması planlandı. Bizim arazi imkanlarımızı imar haklarımız ne olursa olsun bir konsept ya da fikirle -ki bu daha önceden bu tür deneyimleri olan İrfan Kuriş ile beraber geliştirildi- belirlenen, en fazla 65 odalık büyüklüğü geçmeyen bir proje tasarlandı. İmar yönetmeliğinde hakkımız olmasına rağmen tek bir bina yapmak yerine parçalanmış, evken otele, otelken eve dönüşebilecek ve bu dönüşleri kaldırabilecek yapılar üzerinde çalıştık. Bu veriler üzerinden bir bilgisayar modellemesi yaptık. Binaların şekilleri ve arazideki birbiriyle ilişkileri, doğal ya da bizim tarafımızdan yaratılmış yapay eğriler arasında bunların 3. boyuttaki ifadeleri üzerinde çalıştık. Tasarım sürecinin genel çerçevesi budur.

Bodrum’un turizm odaklı yapılarla, hafta sonu evlerinin ya da yalnız konutların bulunduğu bir yer olmasına dair genel fikre karşın, 12 ay kullanılabilen, orada sürekli olarak yaşam sağlayabilen, kendi kendine yetebilen hatta dışarıya destek veren birimlerin olması ve bunun ticari olarak da projeyi desteklemesi istendi. Bunun için yer altına yerleştirilmiş spa ve hamam yapısı var; bu deniz suyunu, denizden gelen sağlığı kullanan bir spa. İkinci alternatif olarak ana restoranın dışında bir balıkçı restoranı var. Bu restoranın önünde yerinin imkanlarını kullanarak denize bir kıskaç şeklinde uzanan bir iskele var ki bütün deniz şamatasını bunun üzerinde gerçekleştiriyor ve tekneler dışarıda duruyor. Ayrıca evler etrafında bir iskele var.

Organik mimari örneği olarak tanımladığınız bu projede organikliği nasıl ele aldığınızı ve kimin organik mimarisini kast ettiğinizi açabilir misiniz?
Bizden öncekilerin tümünün kast ettiği anlamda bir organik mimariyi kast ediyorum. “Bu nereden kaynaklanıyor?” derseniz ben üçe ayırıyorum mimarlık tarihini. 19. yüzyılın sonuna, 20. yüzyılın başına kadar olan dönemi, daha çok yapıların ayakta kalması için çalışılması, kendi içerisinde uzun zaman alan gelişmelerin yer alması ve ortak birkaç formül ve malzemenin kullanılması nedeniyle “tez dönemi” olarak adlandırıyorum. İnsanlık tarihinde yapılanlar genelde taştan, ahşaptan ve bunları bağlamak için kullanılan çeşitli tekniklerden ve matematiği kullanarak geniş açıklık, az açıklık, çok ayaklı, ayaksız, kubbeleme, kemerleme gibi belli teknikler kullanılarak gerçekleştirildi. Pek de farklı tekniklerin olmadığı, çok uzun bir dönem bu. Değişiklikler ve gelişmeler yüzlerce yıl alabiliyordu. Bu uzun dönemde ana hatlarıyla taşıyan ile taşınan arasında bir denge vardı ve bunlar birbiriyle örtüşüyordu; taşıyan hem taşınandı, hemde kullanılan yüzeydi. Mekan açıklıkları için belli malzemelerden ve onların bağlayıcılarından kaynaklanan belli, kısıtlı ve vokabüleri vardı. Fakat 20. yüzyılla beraber taşıyan-taşınan dengesinin bozulması, malzemenin parçalanması ve daha çok şantiye dışında üretilip şantiyeye getirilmesiyle ve de gelişen başka tekniklerle beraber çok geniş ve birbirinden farklı vokabülerler oluşmaya başladı. Restorasyon bile aslında modern bir düşüncedir. Bu modernist dönem bir yandan değiştirmek, yıkmak yenilemekle ilgiliyken bir yandan da kendini korumakla ilgili bir yöntem de geliştirdi. Fakat 20. yüzyılın sonunda bir şey fark ettik ki bu, bir yandan çok büyük gerilimlerin ve değişimlerin olduğu bir çağ olmakla beraber bir yandan da çok büyük tahriplerin, çok büyük yaparken bozmaların olduğu bir dönem oldu ve hemen hemen her şey denendi. Onun için bunu “antitez dönemi” olarak adlandırıyorum. Şimdi biz bunların son çeyreğinde yaşamış insanlar olarak 2000 yılından itibaren bu yeni dönemde bir “sentes dönemi” yaşıyoruz. Hangi konularla hala tez döneminden yararlanabileceğini araştırıyoruz.
Halbuki antitez dönemi, tez döneminden yararlanılacak şeyleri çok açık bir şekilde yasakladı, geçmişin birşey kazandırmayacağını ileri sürdü. Bu sentez dönemindeyse bizim modernist şablonlarla belirlenmiş bir bakışımız yok, dolayısıyla benim katıksız, inançlı bir modernistten çok farklı bir bakış açım gelişiyor. Örneğin taşı kullanarak, taş bir yapı yapmak beni rahatsız etmiyor ya da kaplamayla, ikinci bir kabukla uğraşmak beni, bir modernisti olduğu kadar rahatsız etmiyor.

Şimdi dijital teknoloji ile beraber biz bu sıkıştırılmış zamanı kullanarak modern başarılardan ya da başarısızlıklardan ders çıkararak yeni bir sentez yapmaya çalışıyoruz. Modernizmin beş-altı kişi tarafından gerçekleştirilmiş klişe sloganlarının dışında bir bakış açısı geliştiriyoruz. Bu, Osmanlı, Bizans organiğide olabilir, İskoçya’da ki bir köy evinin organiği de, hiç fark edemez. Dolayısıyla tarihte adres verebilecek, referans alınabilecek çok geniş bir külliyat var. Bütün hikaye, modernistlerin “geçmişe bakma, tarihi referans alma” doktrini gibi yasakladığı şeylerin üzerine gitmek ya da sadece 90 derece üzerine geliştirilmiş bir estetiği kırmak.

Ayrıca mimar ve mühendis tez dönemlerinde tek bir kimlikken antitezde sanki mitoz bölünmeyle çok parçaya ayrıldı. Birbirini duymaz, anlamaz oldu. Önümüzdeki ilk çeyrek yüzyıl bu iki kimliği yeniden birleştirmeye geçecek.

KUUM’daki tüm yapılar tek tek tasarlanmış gibi bir izlenim uyandırıyorlar.
Ben Kuum projesine kadar, gerek bodrum bölgesinde, gerekse diğer bölgelerde birden fazla yapı ya da ikiz yapı yapamadım. Yapılar ikiz olsa dahi aralarında bir farklılık olması lazım, her yapının kendine ait arazisi olmasıyla, dünyanın belli bir noktasında yapılıyor olmasıyla ilgili farklı bir durumu vardır, dolayısıyla bir çeşitlilik gerektirir. Buna rağmen bugün hala mimarlar arasında bile proje hesaplanırken 30 bina grubu varsa, biri esas alınıp diğerleri ondan kopyalanarak yapılıyor. Kuum projesinde hemen hemen her bina duruşu, gelişmesi, manzarayla, yan binalarla ilişkisi nedeniyle tamamen ayrı bir bina gibi ele alındı. Ve projenin tamamı, tek tek binalar olarak değil, çeşitli bina birimlerinden oluşan tek bir proje gibi ele alındı. En ufak bir değişiklik tüm yapılara etki yapıyor. Bunu yönetmek modernist sistemle yapılabilecek bir iş değil. Binalar sanki antitez döneminden önceki gibi, ayrı ayrı zamanlarda konmuş bir his vermeli ama aynı zamanda modernist dönemdeki gibi bir hızda inşa edilmeliydi. Bunu birleştirmenin yolu yeni yöntemler bulmaktı. Daha önce birçok müşterimle bu konuda anlaşma sağlayamadım, hem proje ücreti daha fazla geldi hem de benim düşündüğüm yöntemle inşaat onlara göre çok uzun zaman alacağı için göze alamadılar, dolayısıyla ben yan yana iki bina bile yapamadım. Kuum böyle çalışabildiğim ilk projedir.

 

 

 

Bir cevap yazın