MİMARLIK VE TASARIM HAKKINDA ZAHA HADİD’LE YAPILAN RÖPORTAJ

 

 

 

Forward Dergisi, dünyaca ünlü mimar Zaha Hadid ile tasarım, mimarlık ve konusunda bir numara olmak üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi…

Şam’a yaptığınız son ziyaretinizle başlayalım. Haziran 2006’da Anat Galerisin’de Sayegh tarafından yürütülen “LET IT BE JEWELRY” sergisine katıldınız. Sanatçıları, mimarları ve heykeltıraşları mücevher tasarımcısına dönüştüren bu projeden bahsedebilir misiniz?
Sergi için Skein Sleeve (karmaşık kol) tasarımı yaptım. Bu, kola içerisinden çekilip esnetilerek dolanan çok yönlü bir mücevher. Geometrinin şık karmaşıklığı, ürünün, üzerinden su damlacıkları akıyormuş gibi görünmesini sağlayan beyaz elmaslar ve parlatılmış beyaz altınla belirginleştiriliyor. Ürün, Şam’daki zanaatkarların yeteneklerinin mükemmel bir göstergesi olarak ortaya çıktı.

Buradan, Londra’da sizin dikkatli gözlerinizin altında eğitilen 250 çalışanı bulunan Zaha Hadid Architects’e gelmek istiyorum. Bu artan mimar nesli içerisinde sizin başarınızın sırrı nedir? Kendinizi, Zaha Hadid damgası ile stil ve performansı etkilemeye çalışan entelektüel bir diktatör olarak mı görüyorsunuz yoksa tecrübeyi teşvik mi ediyorsunuz?
Ofisimizde çalışan pek çok kişiyi biz eğittik. Belki kariyerimin ilk dönemlerinde, yöneticinin bir fikri eskize dökmesi ve diğerlerinin o noktadan sonra devam ettirmesi söz konusuydu ancak artık ofiste benimle çalışarak tartışmalara katılıp masaya bir şeyler getirenler asıl övgüyü hak ediyor. Projenin toplum üzerindeki etkisini arttırmak için duydukları heves desteklendi. Fırsat verildiğinde ofiste çalışan öğrenci ve çalışanlardan nasıl fikirler çıkabileceğini asla bilemezsiniz.

Başlangıçta korkabilirler, tabi ki benden değil, ama ellerinden gelenin en iyisini yapabilmeleri için biraz güvene, bir derece de özgürlüğe ihtiyaçları var. Bence insanlar bizim ofisimizde çalışmayı bu yüzden seviyorlar – tek zorunlulukları sıkı çalışmak ve ellerinden gelenin en iyisini yapmak. Sürecin ve gösterdiğimiz gelişimin parçası olduklarını hissediyorlar, sadece bir binanın belli bir detayını yapmakla kalmıyorlar. İnsanların gelişmesine izin vermelisiniz ve de onların, ve işlerinin olgunlaştığını, projenin gelişimine katkıda bulunmalarını izlemek çok heyecan verici.

2008 yılında Forbes’un yayınladığı Dünyanın En Güçlü 100 Kadını arasında 69. sıraya yerleştiniz. Buna katılıyor musunuz? Ve eğer katılıyorsanız, bu güç sizi nasıl değiştirdi?
Belki de bana başarılı olmadaki kararlılığımı gösterişim sağlamıştır ancak ben her zaman gayet kararlı biri oldum. Şimdi başarıya ulaştım ama bu uzun bir uğraş sonucunda oldu. İlk zamanlar tam birer işkoliktik, tüm gece çalışıyorduk ve bu inanılmaz bir odaklanma ve hırs gerektiriyor. Ben bu övgüyü çok da ciddiye almıyorum, elbette minnettarım ama bu benim yaşamımı etkilemiyor.

İnsanlar bana yanaşırken hep çok kibar ve iyi oldular, hep güzel şeyler söylediler. İnsanların mimarları tanıması çok heyecan verici. 25 yıl önce tanımıyorlardı. Bence iyi anları fark edip onların tadını çıkarmak gerek. Ve her zaman iyi yönünden bakmalı. Ama tabi kötü yanları da var: çok fazla seyahat ve sürekli hareket nedeniyle çok yoruluyorum.

Yakın zamanda Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden Fahri Doktora ünvanı ile ödüllendirildiniz. Bunun yanında halen Beyrut Amerikan Üniversitesi’ne bağlı mısınız? Öyleyse, üniversite kampusunu canlandırmak üzere yeni bir proje üzerinde çalışıyor musunuz?
Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü için Issam Fares Enstitüsü’nü inşa ediyoruz. Sadece öğrencileri ve akademisyenleri değil, yerel, bölgesel ve uluslararası araştırmacılar, düşünürler ve politika yapıcıları da çekecek şekilde tasarlandı. Ben bu tür, tartışma ve paylaşma fırsatları yaratan enstitülerin fikir alışverişi için çok önemli olduğuna inanıyorum.

2004 yılında Mimarlığın Nobeli olarak adlandırılan Pritzker Mimarlık Ödülü’nü kazanan ilk kadın ve ilk Arap oldunuz. Bu konuda bize ne söyleyebilirsiniz?
Pritzker Ödülü’nü kazanmak aslında, 20 yıl önce geleceğin mimarlığına dair riskli projeksiyonlar olarak başlattığımız işin tam olarak tanındığını gösteriyor. Pritzker Ödülü’nün mimarlıktaki erkek egemenliği kuralına bir istisna olup olmadığını da zaman gösterecek.

Memleketiniz olan ve son zamanlarda zor zamanlar ve politik bir türbülans geçiren Irak’tan bahsedersek… Sık sık ziyarete gidiyor musunuz? Ve bir şekilde işgal bittikten sonra ulusal yeniden inşaya dahil olmayı planlıyor musunuz?
Irak’ta çok güzel bir çocukluk geçirdim. 60’larda Irak, yeni kurulmuş bir cumhuriyet olarak yapılan binalar ve yaratılan çevre ile yeni bir kimlik elde etmeye çalışıyordu. O dönemde Irak’ta ileriye yönelik kırılmaz bir inanç ve müthiş bir iyimserlik hakimdi.

Yeniden inşa konusunda katkıda bulunmaktan çok büyük mutluluk duyarım. Bu oldukça zor bir durum. Irak işgal altında bir ülke. Umarım yakında benim gibi insanların katkıda bulunacağı bir yer olacak. Sadece tekil binalar için değil, kentsel planlama ve büyük altyapı yatırımları için de çok çalışılması gerekecek.

Suriyeli mimarlar, eskiyi korurken bir miktar modern dokunuş eklemek konusunda bir ikileme düşmüş gözüküyorlar. Şam mimarlığının kaderi üzerine karar verici olsaydınız, nasıl bir kanun koyardınız?
Politik kararlar üzerine çok konuşamam tabi ama tarihini yitirmesi çok büyük bir kayıp olacaktır. İnsanlara “herşey korunmalı” demek ile birinin yeni şeylere inanması arasında çok ince bir çizgi var. Ben kentlerin Venedik gibi olup gelişmemesi ya da değişmemesinden yana değilim. Çağdaş bir biçimde müdahale etmek önemli ancak bu çok belirgin bir şekilde yapılmalı.

Siz Mimarlığın Kraliçesi olarak adlandırılıyorsunuz ve bu mesleğe damganızı vurdunuz. Zaha Hadid’i bugüne getiren nedir?
Tüm bunları yapacak güveni bana ailem verdi. Ben daha çocukken her yıl ailemle tatile çıkardık ve babam benim her kentteki tüm önemli bina ve müzeyi görmemi sağlardı. Çocukken Cordoba’yı gördüğümü hatırlıyorum – yedi yaşındaydım – ve hayatımda gördüğüm en güzel yerdi. Elbette pek çok müthiş yer var ama bu cami benim üzerimde çok ciddi bir etki bıraktı. İçerisi çok karanlıktır ancak içeride beyaz bir mermer vardır. Irak Samarra’daki 9. yy’a ait Büyük Cami’nin minaresini hatırlıyorum. Onu taklit eden pek çok modern binadan bin yıl daha yaşlıydı.

Eden Bahçeleri’nde, Samarra yıkıntılarında piknikler de yapardık. Orada durduğumuzda zamansızlığı algılarsınız.

Nehir ve ağaçları görürsünüz ve 10 bin yıl önce de orada olduklarını fark edersiniz.

Kendi kişisel deneyimim beni tamamen baştan yarattı. Ben bir Arap’ım ama orada çok uzun süre yaşamadım, o nedenle de tipik bir Arap sayılmam. Londra’da yaşadım. Kesin bir mekanım yok ve bence benim gibi insanların dünyasını yeniden keşfetmesi gerekiyor.

Bir cevap yazın