Antalya’da Ters Ev

Antalya’nın Muratpaşa İlçesi Güzeloba Mahallesi’nde 2014 yıllında 1’i Rus 3 girişimci tarafından harika tasarımlı bir ev inşa edildi. Bu ev diğer evlerden oldukça farklı bir mimari yapıya sahiptir. Çünkü bu evde her şey ters dönmüş haldedir. 300 metrekarelik araziye kurulan 85 metrekarelik ters ev, 2016 yıllında hizmette açılmıştır. Açıldığı günden berri buraya binlerce ziyaretçi akın etti. Gün geçtikçe bu yoğun ilgi de artmaktadır.
Tek katlı bu ev oldukça fazla maliyeti olmuştur. Evin giriş kapsından içeri girince şok oluyorsunuz. Çünkü mutfak mobilyalarına, beyaz eşyalardan tuvalet ve banyo dolaplarına, yatak odasından oturma gruplarına kadar her şey taban yerine tavan kısmında duruyor. Buraya gelen ziyaretçiler şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar.
7’den 70’e herkesin ziyaret ettiği bu ev, 6 ayda bir dekorasyonunu değiştiriliyor. Çekilen fotoğrafların farklı olması için dekorasyonuna önem vermektedir. Yolunuz buraya düşerse sevdiklerinizle birlikte mutlaka gidip bu evi ziyaret edin derim. Çünkü bu ev tarzında dünyada sadece 13 tane bulunuyor. Ülkemizden ise tektir. Bu nedenle oldukça ilginç ve önemli bir yapıdır. Yapımı tam 2 yıl süren ve Türkiye’de ilk olan bu yapının hem yurtiçinden hemde yurtdışından ziyaretçileri oluyor. Bu tür yapılar dünyanın bazı bölgelerinde mevcut olsa da Antakya’daki bu yapı kendi alanında en iyisi diyebiliriz. Görenleri şaşkınlık içerisinde bırakan bu yapının Antalya gibi turistik bir yerde olması da ayrıca güzel

İdeal Sarayı

Fransa’da çok sayıda saray var. Ama bu içerikte göreceğimiz sarayın, Palace Ideal’in, diğerlerinden çok farklı bir hikayesi var. Fransız postacı Ferdinand Cheval, hiç mimarlık eğitimi almaksızın, 33 yıl boyunca dağıtım istikameti boyunca çevreden topladığı tuhaf şekilli kayalar ve çakıl taşlarıyla bu harika sarayı inşa etti.
Sarayın inşasına 1879’da başlayan Ferdinand Cheval, 1912’de ancak bitirebilmişti. Palace Ideal, Fransa’nın güneydoğusunda bulunan Hauterives şehrinde yer alıyor. Yılın neredeyse çoğu zamanı ziyaretçilere açık olan mekan, aynı zamanda konser ve çeşitli sanat aktivitelerine de ev sahipliği yapıyor.

Palais Bulles

Fransa’nın güneybatısında, Akdeniz’in kenarında bulunan ev, kırmızı tepeleriyle ünlü Massif de L’Esterel isimli volkanik dağın üzerine inşa edilmiş.
İtalya doğumlu ünlü modacı Pierre Cardin’i yakından takip edenler onun mimarlık okuduğunu bilirler. Başarılı tasarımcı her ne kadar mimarlık okusa da moda onun için daima özel oldu. Mimarlık yeteneğini ise satın aldığı
milyon dolarlık malikanelerde ispatladı ve son günlerde de emlak piyasasını alt üst eden bir haberle gündeme geldi. Haber; Cardin’in Palais Bulles, yani Baloncuk Sarayı isimli evini satışa çıkardığı yönünde. Hem de tam
335.8 milyon dolarlık bir fiyatla! Ünlü modacı burayı, 1990 yılında Fransa’da sanayicilik yapan bir milyarderden almıştı. Dünyanın en tuhaf evleri arasında gösterilen malikane, geleneksel mimari yapılara karşı olan tutumu
ile bilinen Macar tasarımcı Antii Lovag imzası taşıyor.

Waldspirale

Almanya’nın Darmstadt kentinde yer alan Waldspirale bir konut kompleksi adıdır. 2000 yılında tamamlanan bina Viyanalı sanatçı Friedensreich Hundertwasser’den tasarlanmış. Mimar tarafından Heinz M. Springmann planlı ve idam edildi. Waldspirale Bürgerpark ilçe olan Darmstadt 105 daireden, yeraltı otoparkı, kafe, bar ve kiosk ile yer konut kompleksi. Avluda bir oyun alanı ve küçük bir yapay göl vardır. U-şekilli binanın özellikler ağaçların pencerelerden, pencere ve “ağaç kiracı” “hat dans dışarı” ile büyüyen, bir düzen ızgara takip etmez gösterişli cepheye aittir. Ağaçlar ve çalılar çatı eğimli ile ekili alan U şeklinde boyunca bir rampa benzer.en yüksek noktada, bina oniki katlı bir yüksekliğe ulaşır. Almanya’nın Darmstadt kentinde yer alan Waldspirale bir konut kompleksi masal diyarını andıran cinsten

Guggenheim Müzesi

Frank Gehry ile özdeşleşmiş dekonstrüktivist mimarinin öncü tasarımlarından bir tanesi olan Guggenheim Bilbao Müzesi, modern mimarinin en önemli tasarımlarından biri olarak görülmektedir. Guggenheim Vakfı tarafından dünya çapında açılan müzelerden bir tanesi olan Guggenheim Bilbao Müzesi, içeriğinin yanı sıra özgün mimarisi ile de dikkat çekmektedir.

Frank Gehry ve ofisinin en önemli özelliklerinden bir tanesi, teknolojinin tüm imkanlarını mimari tasarımlarına yansıtma yetkinlikleridir. Gehry Technologies adında, kendi bünyesine ait bir teknolojik araştırma şirketi de bulunan Frank Gehry Mimarlık Ofisi, CAD platformlarının sunduğu her türlü imkanı kullanarak, hayal edilenin ötesinde tasarımları gerçeğe çevirmeyi başarmıştır. Guggenheim Bilbao Müzesi de, bu tasarımlardan bir tanesidir.

Titanyum, cam ve kireçtaşı kullanılarak üretilen eğimli yüzeyler, yapının mimari kimliğini oluşturmaktadır. Kavisli titanium yüzeyler bilgisayar ortamında tasarlanarak hayata geçirilmiştir. Bu yüzeyler CATIA adı verilen bir 3 boyutlu tasarım programı kullanılarak, matematiksel hesaplar doğrultusunda üretilmiştir.

Üretilen bu kavisli titanium yüzeyler, yarattığı estetik algı ile birlikte, aynı zamanda içeri giren ışığı ve hava akımını kontrol etmek açısından da önemli bir rol oynamaktadır. Müzenin içerisinde bulunan galeri alanlarının ışık ve havalandırma açısından kontrol edilmesi, bu mimari manifesto ile sağlanmıştır.

Yapının anıtsal mimarisinin yanı sıra, Frank Gehry müzenin çevresi ve şehir ölçeği ile kurduğu etkileşimin de güçlü olmasına önem göstermiştir. Nervion Nehri’nin yakasına kurulmuş olan Guggenheim Müzesi, yarattığı kamusal alanlar ile kent dokusu ile bir ilişki kurmayı başarmıştır. Toplam 32,500 metrekarelik bir alan üzerine kurulu müze, nehrin kıyısındaki insan trafiğini yönlendirerek ve insanları yapının yarattığı kamusal alanlara çekerek kent ile kurduğu ilişkiyi sağlamlaştırmıştır.

Binayı oluşturan duvarlar ve yapının içerisindeki döşeme ve çatı plaklar yük taşıyıcı özelliktedirler. Duvarlar ve döşemeleri oluşturan üçgenlerden oluşan gridal sistem, bu elemanların yük taşıyıcı özelliğe sahip olmasını sağlamıştır. Bu özellik de yapının dekonstrüktivist mimarinin özelliklerini daha vurucu bir şekilde taşımasına olanak sağlamıştır.

Guggenheim Bilbao Müzesi, bünyesinde toplam 11,000 metrekare büyüklüğünde, toplam 19 galeriden oluşan bir sergi alanı bulundurmaktadır. Bu galerilerden 10 tanesi klasik ortogonal (dik açılı) plan şemasına sahip olup, 9 tanesi ise yapının eğimli titanyum bölümlerinin altında bulunmaktadır.

Salyangoz Evi

Renkli ve eğlenceli mimarisiyle Bulgaristan’ın başkenti Sofya’nın ziyaret edilmesi gereken yapılarından biri olan Salyangoz Evi görenlerin ilgisini çekiyor. Ressam Salvador Dali’nin tablolarından fırlamış gibi görünen devasa yapı, kıvrımlı hatları ve farklı eklentileriyle sıra dışı bir ev izlenimi yaratıyor. Bu farklı mekan her ne kadar alışılagelmişin dışında bir forma sahip olsa da çevresinde bulunan diğer evlerle uyum içerisinde olduğu bir izlenim oluşturuyor. Çatısında yer alan minik uğur böceği ve kelebekler de yapının bütünlüğüne uyum sağlıyor.

Salyangoz evi (Sofya, Bulgaristan) 2008 yılında daha önce Japonya ve Fransa’da golf sahaları tasarıma üzerine çalışan bir uzman tarafından satın alınmış. Köşe ve kenarların olmadığı bu oval yapıda hiç tuğla kullanılmamış. İnşası on yıl süren yapının iç tasarımında ise antika eşyalar tercih edildiği belirtiliyor. Simeonovo bulvarında yer alan Salyangoz Evi, birçok turist tarafından henüz keşfedilmemiş saklı bir hazine.
Dış görünümüyle gökkuşağının renklerinden esinlenerek tasarlanmış gibi görünen dev salyangoz şeklindeki mekan keşfedilmeyi bekliyor. Kırmızı, turuncu, yeşil, mavi ve kahverenginin tonlarında boyanan Salyangoz evin duvarları farklı geometrik şekillerden oluşuyor.

Tasarımında düz kenar ve köşelere neredeyse hiç yer verilmeyen mekan, ilk bakışta günlük bir bakım merkezi ya da çocuklar için tasarlanmış bir müze izlenimi oluşturuyor. Sanılanın aksine bir yerleşim yeri olarak kullanılan yapının iç tasarımı merak uyandırıyor. Mimar Simeon Simeonov tarafından tasarlanan Salyangoz Evi’nin eğimli pencereleri ve yuvarlak hatları, mimariye uyum sağlaması için ustalıkla tasarlanmış.
Dekoratif detaylarıyla da oldukça ilgi çeken Salyangoz Evi’nin eklentileri bir amaca uygun olarak yerleştirilmiş. Kapıların genel temaya uyum sağlaması amacıyla tıpkı bir salyangozun ağzı şeklinde boyandığı görülüyor. Mimar Simeonov’un, ziyaretçilerin tıpkı bir salyangozun midesine doğru gezinti yapıyormuş gibi görünmesi için kapıları salyangozun ağzı şeklinde tasarladığı biliniyor.

Salyangozun antenlerinde ise hava taşıtları için uyarı amaçlı yerleştirilen uyarı aydınlatıcıları bulunuyor. Mekanda kullanılan her form belirli bir amaca hizmet etmesi amacıyla tasarlanmış. Salyangoz Evi’nin havalandırması ise salyangozun göz kapaklarının altına gizlenen sistem sayesinde gerçekleşiyor.
Salyangoz evdeki radyatörler ise kurbağa ve bal kabağı şeklindeki yapılarla gizlenmiş. Bu devasa yapı dünyanın korunması ve sürdürülebilirlik gibi önemli bir konuları da sembolize ediyor. Enerji tasarrufu sağlayan sistemlerle bir arada tasarlanan ev, hafif ve çevre dostu malzemeler ile inşa edilmiş. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da farklı mekanlar arayanları memnun edecek bu farklı ve keyifli ev, mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerler arasında bulunuyor.

Hallgrimur Kilisesi

İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te bulunan Church of Hallgrimur (Hallgrimur Kilisesi) sadece şehrin değil tüm ülkenin en bilinen yapılarından biri olarak öne çıkıyor. Şehrin merkezindeki yüksek bir tepenin üzerine konumlanmış durumdaki yapı, İzlanda’nın en büyük kilisesi olma özelliği taşıyor.
17.yüzyılda yaşamış olan İzlanda’nın tanınmış şair ve rahiplerinden Hallgrimur Petursson’un adını taşıyan kilise, reformcu Hristiyan mezhebi Lüteriyenlere ait bir ibadethane olarak hizmet veriyor.
Orijinal adı Hallgrimskirkja olan kilisenin planının çizimi için, İzlanda devletine bağlı olarak çalışan mimar Guojon Samuelsson 1937’de görevlendiriliyor. Samuelsson, binayı çizerken İzlanda’nın volkanik dağlarının ve buzullarının şekillerini yansıtan bir tasarımda karar kılıyor. 1945’te yapımına başlanan kilisenin tamamlanması tam 38 yıl sürüyor.

Hallgrimur Kilisesi’nin 74,5 metre uzunluğundaki kulesi, yapıya sadece başkent Reykjavik’in değil tüm İzlanda’nın en yüksek binası unvanını kazandırıyor. Aslında başlangıçta kilisenin kulesinin bu kadar yüksek olması planlanmıyor. Fakat daha sonra, şehirdeki en büyük Katolik kilisesi olan Landakot Kilisesi’nden daha görkemli bir ibadethaneye sahip olma fırsatını kaçırmak istemeyen Lüteriyenler, Hallgrimur’un kulesini 74,5 metre uzunluğunda inşa ediyor.

Dış tasarımı, ülkede bolca bulunan volkanik mermer sütunlardan esinlenerek çizilen kule, başkentin her noktasından rahatlıkla görülebiliyor. Doğal olarak kuleden de şehrin her noktası ve kenti çevreleyen volkanik dağlar görülebiliyor ve bu sayede kilise, Reykjavik’i ziyaret eden turistler için cazip bir nokta haline geliyor.

Yerinde dökme beton kullanılarak inşa edilen ve iç mekanı 1.676 metrekarelik bir alana yayılan kilise, ekspresyonist mimarinin izlerini taşıyor. Lüteriyen mezhebin minimalist geleneklerine uygun şekilde inşa edilen yapının dışı gibi, içi de sade tasarımıyla öne çıkıyor. Kilisenin içinde sade olarak nitelendirilemeyecek tek şeyse, 15 metre genişliğe sahip ve 5 bin 275 borudan oluşan kilise orgu olarak göze çarpıyor. Alman yapımı bu org, tam 25 tonluk ağırlığıyla da akıllarda kalıyor.

Hallgrimur Kilisesi’nin önünde büyük bir heykel bulunuyor. MS 970-1020 yılları arasında yaşamış olan İzlandalı kaşif Leif Eriksson’un heykeli, kiliseden daha eski olmasıyla öne çıkıyor. Amerikalı heykeltıraş Alexander Stirling Calder imzasını taşıyan heykel, 1930 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin İzlanda’ya bir hediyesi olarak getirilip bugünkü yerine yerleştiriliyor.
Sonuç olarak, yaz kış ibadete ve ziyarete açık olan Hallgrimur Kilisesi, görkemi ve sadeliği buluşturan tarzı sayesinde, sadece dini değil, mimari olarak da Avrupa’nın önemli yapılarından biri olma özelliği taşıyor.

Döner Tower

330 milyon Amerikan dolarına mal olması beklenen 313 metrelik dev bina etrafında 360 derece dönebilecek. Dönme işlemi 90 dakikada tamamlanacak. 77 rüzgar türbiniyle enerji ihtiyacını karşılayacak olan binada ayrıca güneş panelleri gibi ek doğal enerji kaynaklarından da yararlanılacak. Üretilen enerjinin toplam Da Vinci kulesinin tamamının enerjisini karşılaması bekleniyor.12 Türk’ün de talip olduğu daireler büyük ilgi görüyor. Planlarını David Fischer’in yaptığı 68 katlı kulenin daireleri de bir nevi saray özelliği taşıyor.

Atomium

Brüksel’in birçok noktasından kolayca görülebilen bir yapısı vardır. Expo’58 veya diğer adıyla Brüksel Dünya Fuarı için yapılmış olan anıt yapı Atomium. Alışılmadık mimarileri görmeyi seviyoruz, ilgimizi çekiyor. Atomium da öyle bir yapı. Atomium, Belçikalı mühendis Andre Waterkeyn tarafından 1958 yılında tasarlanmış. II. Dünya Savaşı’ndan sonra önemli bir yeri olan Brüksel Dünya Fuarı’nın ve Brüksel‘in sembolü haline gelmiş. Demir atomun toplam uzunluğu 102 metre. Dokuz çelik kürenin birbirine bağlanmasıyla ortaya çıkan Atomium, aslında geçici olarak açılmış ama fuar için inşa edilen diğer birçok yapı gibi bunun da kaldırılmamasına karar verilmiş.
Bir atom parçacığının 165 milyar kez büyütülmüş haliyle karşı karşıyayız. Kürelerin çapı bu durumda 18 metreyi buluyor. Küreleri birbirine bağlayan tüplerden kısalar 23, uzunları 29 metre. Küreler arasında geçiş bu tüplerdeki yürüyen merdivenlerden oluyor. Merdivenlerse oldukça hızlı, saniyede 5 metreye kadar yol alabiliyorlar. Ama sıradan yerler değil bu merdivenlerin bulunduğu tüpler. Kendinizi bilim kurgu filminde sanıyorsunuz, geçtiğiniz platformlar sürekli renk değiştiriyor.

Üç küre haricinde kürelerin tamamını gezebiliyorsunuz. İlk küreler daha çok sergi alanı. Atomium geçmişi hakkında bilgi veren panolar, fotoğraflar, videolar, inşaat aşamaları, eskiz çizimleri bulunuyor. Brüksel’in en yüksek yapılarından olduğu için çevredeki yüksek yapılarla kıyaslama da yapılıyor.
Kürelerden biri sizi diskodaymış gibi hissettiriyor. O kürede oturup 5 dakika dinlenin. Çevrede bir müzik ve müziğin ritmine göre hareket eden ışık sistemi gerçekten harikaydı.
Asansörle panoramik manzara sunan zirveye çıkma imkanınız var. Zirveye çıktığınız asansörün üstünün cam olması, yukarıya doğru garip bir hisse bürünmenize neden oluyor. Zirveye çıktığınızda tabii ki bölgedeki en yüksek yapı Atomium olduğu için harika bir panoramik manzarası var. Brüksel’i ve çevre kentleri göz alabildiğine 360 derece izleyebiliyorsunuz, ama hafif koyu renkli camların arkasından. Açık havalarda teleskopları kulllanarak Antwerp şehrine kadar göründüğü söyleniyor. Aynı katta bulunan restorandan bir şeyler yiyip içmek de mümkün.

Hang Nga Misafirhanesi

Hang Nga Hotel Alexandre Yersin Museum ‘den 350 metre uzaklıkta bulunmaktadır.
Otel, Long Son Pagoda ‘den yürüyerek 15 dakika mesafede konumlanmıştır. Bu konaklama tesisi, Nha Trang merkezine 20 dakikalık bir yürüyüş mesafesindedir. Otel, alışveriş merkezine, pazara kısa mesafede yer almaktadır. Hang Nga Hotel, Nha Trang şehrinde konaklamak isteyen misafirler için 23 oda sunmaktadır. Odalarda laptop tipi bir kasa, laptop kasası, kişisel kasa, dolap, hi-fi mevcuttur. Her odada duş, banyo havluları, havlular ile donatılmış banyo odası mevcuttur. Misafirler, otelden 100 metre uzaklıkta bulunan DMZ bar, Martinez Restaurant gibi restoranlarda Avrupa, İtalyan, Vietnam yemeklerinin tadına bakabilirler. Otele Nha Trang havalimanından arabayla 10 dakika içinde ulaşılabilir. Nha Trang tren istasyonu 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde yer almaktadır.Otelin bünyesinde ücretsiz otopark, emanet bagaj hizmeti, bagaj emanet servisi mevcuttur.

Yeryüzü Evi

Yeryüzü evleri,İsviçreli mimar Peter Varsch tarafından,adeta mimari bir harika olarak tasarlanmıştır.Bu tasarım harikası hem ekolojik,hemde fonksiyonel olma görevi üstlenmiştir.Zemin kotunda inşa edilen bu konutların üzeri toprakla örtülmüş ve çatının,yeşil olma özelliğine sahip olması amaçlanmıştır.Aynı zamanda bir yarımküre şeklinde tasarlanan yapılar,hiç bir basamak kullanmadan üzerlerine çıkılabilen türden olmaktadır.Yapıların arka kısmı,ortak bir alana açılmaktadır.Orta kısımda,küçük bir gölet yer almaktadır.Yine peyzaj yapımında kullanılan malzemeler,kazı alanında çıkan harfiyattan oluşmaktadır.Böylece yapılar,yeşil mimarininde özelliklerini taşırlar.Her yönüyle,çevreye adapte bu mimari toplam 4.000 metrekarelik alana yapılmıştır.Her bir konuta düşen alan,200 metrekaredir.Konutların her biri ise 60 metrekaredir

Montreal Biyosferi

1967 Dünya Expo Fuar’ı için Buckminster Fuller tarafından Montreal, Kanada’da inşa edilen Biyosfer Montreal (Biosphere), Buckminster Fuller’in imzası olarak kabul edilen jeodezik kubbelerin en önemlilerinden bir tanesidir. An itibariyle Montreal şehrinin en önemli yapılarından biri olarak kabul edilen Biyosfer, Expo fuarının bitmesinin ardından Amerika Birleşik Devletleri hükümeti tarafından Kanada’ya hediye edilmiştir, ve bu sayede ABD pavyonu, fuar bitmesine rağmen Kanada’da kalmıştır.

Buckminster Fuller, Biyosfer Montreal’in inşasından önceki 20 yıl boyunca jeodezik kubbelerin strüktürel yapısını ve tasarımını deneyimlemiş, ve tüm deneyimlerini de 1967’de ABD Pavyonu’nu tasarlamak üzere kullanmıştır. Buckminster Fuller, jeodezik kubbeleri her türlü mimari yapıda kullanılabilecek, sürdürebilir, kolay inşa edilen ve fonksiyonel bir sistem olarak görmektedir. Bu nedenle ABD Pavyonu’nun yapımında da bu dinamik ve yenilikçi sistem kullanılmıştır.

76 metrelik bir çapa sahip olan küresel yapı,çok büyük bir hacmi içinde barındırmaktadır. Geometrik olarak yirmi-yüzlü eşkenar üçgen biçimli çelik birimlerin bir araya gelmesiyle oluşturulmuştur. Bu çelik elemanlar, akrilik paneller ile kaplanarak, kubbenin içerisine gelen ışık miktarı ve kubbenin içerisindeki ısı kontrol edilmeye çalışılmıştır.

1976 yılında çıkan bir yangın sonucunda, yapıyı kaplayan akrilik panellerin büyük bir kısmı yanarak deforme olmuştur. Bu yangının ardından kubbe kaplanmayarak çıplak bırakılmıştır. Bu her ne kadar mimarın orijinal kararı olmasa da, yarattığı transparan görüntü esere farklı bir anlam kazandırmıştır.

Bu büyük jeodezik kubbenin oluşturduğu hacmin içerisine ise, 7 katlı bir sergi binası bulunmaktadır. Bu serge binası farklı kotlardaki platformlardan oluşarak, her platforma yürüyen merdivenler aracılığıyla ulaşılmaktadır. 1990 senesinde ise Kanada Hükümeti tarafından satın alınan bu devasa yapı, ekolojik bir müze olarak hayatına devam etmiştir.