Walt Disney Konser Salonu

Frank Gehry tarafından tasarlanan Walt Disney Konser Salonu (Walt Disney Concert Hall), 2003 yılında Los Angeles’ta açıldı. Los Angeles Filarmoni Orkestrası’na kalıcı olarak ev sahipliği yapan Walt Disney Konser Salonu, ikonik mimarisi ve kusursuza yakın akustik performansı ile dünyanın en önemli konser salonlarının arasında yer alıyor. Frank Gehry ile özdeşleşmiş geniş alanları kaplayan, kıvrımlı yüzeylere ve metal bir kabuğa sahip olan yapı Gehry’nin en bilinen işlerinden bir tanesi.

Yapının temelleri Lilian Walt Disney’in, vefat eden kocasının anısına 1987 yılında 50 milyon dolar bağışlaması ile atılıyor. Los Angeles’ta müzik, sanat ve mimarlık odaklı bir kültürel referans noktası oluşturmak için yapılması planlanan konser salonunun tasarımı uluslararası bir yarışma sonucunda seçiliyor. Frank Gehry’nin projesi, 70’e yakın proje arasından birinci oluyor. Böylece, First Street ve Grand Avenue caddelerinin kesiştiği noktada, dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri yükseliyor.

Gehry’nin önerisi, Los Angeles’ın merkezinde bulunan proje alanını kamusal kullanıma açan, ve üzerinde açık bahçeler sunan bir proje. Yapı, temel olarak bir dizi birbirine bağlanmış mekanlardan oluşan bir kabuk. Binanın içinde hem dik açılardan oluşan, taş ile kaplı mekanlar hem de daha kıvrımlı çizgilerden oluşan, metal ile kaplı mekanlar bulunuyor. Farklı hacimlerin arasında ise köprü görevi gören cam kaplı yüzeyler bulunuyor. Bu nedenle Walt Disney Konser Salonu’nun bütünü simetri ve uyum kurallarına meydan okuyor.

Yapının en önemli birimi olan konser salonu tek bir kütle olarak tasarlanmış; orkestra ve seyirciler aynı mekanda bulunuyor. Sahne, salonun ortasına yerleştirilmiş, böylece sahnenin dört tarafında da koltuklar bulunuyor. Böylece localar ve balkonlar gibi seyirciler arasında hiyerarşik bir düzen kuran mekansal kurgulardan kaçınılmış, salonun içinde mekansal ayrımlardan uzak durulmuş.

Salonun çelik çatısının strüktürel yapısı salonun tüm açıklığını geçebiliyor. Böylece konser salonunun içinde herhangi bir kolona ihtiyaç duyulmamış. Salonun girişinde ise devasa bir organ bulunuyor. Frank Gehry ve Manuel J. Rosales’in ortak tasarımı olan organ 6134 borudan oluşuyor ve neredeyse tavan seviyesine kadar yükseliyor.

Frank Gehry, Walt Disney Konser Salonu’nun tasarımı sırasında bir numaralı önceliği olarak akustik performansı belirlemiş. Konser salonunun mimarisi oldukça ihtişamlı olsa da, Gehry akustik performansı estetiğin önünde tutmuş. Akustik danışman Yasuhisa Toyota ile birlikte çalışan Gehry, salonun mekansal özelliklerini ve salonda kullanılan malzemeleri içerideki sesin en yüksek kalitede çıkmasını sağlayacak şekilde seçmiş. Salonun akustik performansını ölçmek adına, oditoryumun 1:10 maketi yapılmış ve her bir koltuktan duyulan sesler test edilmiş. Konser salonunun çatısının dalgalı yapısı da akustik performansın yükselmesi için verilen mimari kararlardan bir tanesi.

Walt Disney Konser Salonu’nun hareketli, iniş çıkışlı ve farklı açıların bir araya gelmesiyle oluşan dış yapısı müziksel hareketliliği yansıtmakta. Gehry, çoğu tasarımında olduğu gibi WDKS’nin son şekline eskizler çizerek ve çizdiği eskizleri kağıt modeller ile üç boyutlu hale getirerek ulaşmış. Yapının olağandışı kıvrımlı şekli, bu sıradışı tasarıma özgün geliştirilmiş bir taşıyıcı sistem kurgusu ile üretilebilmiş. Çelik iskelet sistem ile ayakta duran yapının kuzey kısmında 17 derece eğimine kadar ulaşan kolonlar bulunuyor. Yapının bazı kısımlarında strüktürel sistem çıplak bırakılmış, ziyaretçiler binayı taşıyan çelik sistemi görebiliyor.

Yapının 12,500 oluklu metal levha ile kaplanmış cephesi ışık ile doğrudan ilişki kuruyor. Cephenin kıvrımlı metal yüzeyleri ışığı farklı yönlerde yansıtıyor. Gehry ilk olarak Walt Disney Konser Salonu’nun cephesini taş ile kaplamayı düşünse de, Guggenheim Bilbao Müzesi’nin tamamlanmasının ardından daha şekil verilebilir bir malzeme olan oluklu metal panelleri tercih ediyor. Binanın cephesinde opak metal yüzeylerin altında binanın zemin katını saran asimetrik bir cam bant bulunuyor. Konser salonu bu cam bantlar ve geçiş bölümlerindeki açıklıklardan ışık alıyor.

Walt Disney Konser Salonu, pek çok önemli mimari esere komşu bir yapı. Salonun hemen yanında Dorothy Chandler Pavyonu ve Arata Isozaki’nin Çağdaş Sanatlar Müzesi bulunuyor. Caddenin karşısında ise Diller Scofidio + Renfro’nun tasarladığı Broad Müzesi var.

Zemini Güneş Paneli İle Kaplanan Yol

Fransa Çevre Bakanlığı’nın desteği ile Colas adlı şirket tarafından 2.880 adet fotovoltaik güneş paneli kullanılarak dünyanın ilk güneş yolu projesi hayata geçirildi. Panellerin tüm sokak ışıklarını çalıştıracak şekilde elektrik üreteceği öngörülüyor. “Wattway” adı verilen yol 2 yıl boyunca test edilecek. Günde yaklaşık 2.000 sürücü geçecek olan yolun ne kadar elektrik üretebileceği gözlemlenecek. Çevre bakanı projenin 5.000 kişilik bir nüfusa aydınlatma sağlayacağını söylüyor. Paneller silisyum içerikli reçine ile kaplanarak uzun yıllar otomobil ve kamyonların eskitmesine karşı dayanıklı olacak şekilde dizayn edildi. Colas şirketi önümüzdeki 4 yılda toplam 1000 kilometrelik güneş panelli yollar inşa etmeyi planlıyor. Bunun için ise en temel şartın yapılan yolların maliyetini karşılaması olduğunu söylüyor. Bu iki yıllık deneme süreci eğer başarılı olursa proje hayata geçirilecek. Fotovoltaik konusunda uzman olan kişiler ise, zemine döşenen bu panellerin güneşi görecek şekilde açıya sahip olmadığından verimli olmayacağı görüşünde. Colas şirketi projenin sadece Fransa’da değil bütün dünyanın belirli 100 farklı noktasında da faaliyete geçirilmesini planlıyor. 1.000 kilometrelik bir sistemin 5 milyon kişiye elektrik sağladığı gerçeğini düşünürsek insanlık için büyük bir adım olacaktır.

The Neverwas Haul

1986 yılında San Francisco’da teması özgürlük ve belirli ihtiyaçların paylaşım yoluyla temin edildiği bir organizasyon olarak ortaya çıkan “Burning Man” adındaki festival, her yıl birbirinden farklı tasarımlara ev sahipliği yapıyor. Bir bilim kurgu alt türü olan SteamPunk kavramının meraklıları tarafından 2006 yılında tasarlanan ev, o günden beri Amerika’nın her köşesini ziyaret ediyor.
The Neverwas Haul (Kaliforniya,ABD), ilk olarak Academy of Unnatural Sciences of Berkeley tarafından oluşturuluyor ve tasarlandığı günden bu yana yapının zamanla aşınan parçaları düzenli olarak yenilenmeye devam ediyor. Fonksiyonel tasarımıyla öne çıkan yapı, yaklaşık 8 metre uzunluk ve yüksekliğe, 3.6 metre genişliğe sahiptir. Ünlü İngiliz bilim kurgu yazarı H.G. Wells’in romanlarından esinlenerek uyarlanan Viktoryen tarzdaki gezici evin 75%’i dönüştürülmüş malzemeden oluşuyor.

Niteroi Contemporary Art Museum(Modern Sanat Müzesi)

Niteroi Contemporary Art Museum, yani Türkçe adıyla Niteroi Çağdaş Sanat Müzesi, Brezilya’nın Rio de Janeiro eyaletindeki Niteroi şehrinde bulunuyor. Simgesel formuyla öne çıkan yapı, Pritzker Mimarlık Ödüllü Brezilyalı mimar Oscar Niemeyer’in önemli eserleri arasında yer alıyor. Farklı görünümü ile akıllarda yer edinen müze, mimarının modernist tarzını yoğun bir biçimde hissettiriyor. Yapı, alışılmış müze tasarımlarının dışına çıkan dizaynı ile birçok sanatseverin ilgisini çekiyor.

Niteroi Güncel Sanat Müzesi, özgün formu nedeniyle birçok ziyaretçi tarafından çeşitli şekillere benzetilebiliyor. Kadehe, beyaz bir tabağa ve hatta ufoya dahi benzetilen bu mimari eser, şehrin silüetine renk katıyor. Deniz kenarındaki dar bir alanda inşa edilmiş olan müze, merkezden destek alarak, bir silindir üzerinde yukarı doğru genişliyor. Manzarayla bütünleşen dairesel form, içerideki eserler ile oluşan sanatsal atmosferi hayran verici bir görsellikle birleştiriyor. Gelen ziyaretçileri sarmal bir rampayla içine alan müze, gövdenin yerleştiği yerde de ufak bir meydan tanımlıyor.

Şehre gelenlerin başlı başına bir sanat eseri gibi ziyaret ettiği müze, kayalıklara konumlanmış vaziyette Niteroi şehrini selamlıyor. Toplam 50 metre çapındaki dairesel gövde, üç ayrı katta bulunan sergi alanlarıyla ve idari mekanlarıyla fonksiyonel bir müze planı ortaya çıkmasını sağlıyor. Estetik yönüyle kendine hayran bırakan gövdeye spiral bir rampa ile rahatça ulaşılabiliyor. 2,7 metre çapındaki merkezi silindir ile desteklenerek zeminden yükselen yapı, aerodinamik özellikleriyle de göz dolduruyor. Zemin altındaki kısmımda bulunan hacimler, yapının işlevselliğini oldukça arttırıyor.

Modern mimarlığın sade ve etkileyici yönlerinin yoğun olarak hissedildiği müze, merkezdeki bir silindir üzerinde yükselen tasarımıyla mühendislik açısından da dikkat çekiyor. Dar alanda zeminden yukarı doğru genişleyen form, insanlarda hayranlık uyandıracak bir anıtsallık hissi yaratıyor. Müze, tasarımından aldığı güçlü imajıyla modern mimarlığın önemli bir örneği haline geliyor. Dairesel kıvrımların bir merkez etrafında adeta dans ettiği yapı, zeminle birleştiği yerdeki havuz ögesiyle dengeli bir çevresel düzen oluşturuyor.

Niteroi şehrinin estetik bütünlüğüne de kaktı sunan Niterói Contemporary Art Museum, Brezilya’nın önemli mimari yapılarından birisi oluyor. Mimar Oscar Niemeyer, müzenin içerisinde de oldukça fonksiyonel sergi hacimleri oluşturuyor. Müzede oluşacak insan sirkülasyonuna uyum sağlayan zarif rampa ve iç mekanın işlevsel birlikteliği, mekanın ziyaretçiler tarafından rahatça ziyaret edilmesini sağlıyor.

Sagrada Familia Bazilikası

Katalanlar’ın gururu ünlü Mimar Gaudi’nin hayatını adadığı, eserleri arasında en ihtişamlısı Sagrada Familia Bazilikası bir Barselona turunun olmazsa olmaz durağı. Eğer yakınlarda bir Barselona seyahati planlıyorsanız ve buraya ilk defa gidecekseniz hazır olun; görüp görebileceğiniz en farklı kilise ile karşılaşacaksınız. Dini motiflerin doğadan ilham alan salyangoz, ağaç, bitki, her türlü hayvan motifleriyle kaynaştığı bazilikanın dış görünüşü de sanki bir masaldan fırlamış gibi.
Başlangıçta halktan toplanan bağışlarla ve Gaudi’nin diğer bütün eserlerinden elde ettiği geliri buraya yatırmasıyla finansmanı sağlanan, sonradan da her yıl sayısı 4 milyona yaklaşan turistin ödediği giriş ücretleri ile yapımı hala devam eden 10.000 kişi kapasiteli Sagrada Familia Bazilikası tarihiyle, hikayesiyle sahip olduğu sıradışı mimarisi ile bir ziyareti hak ediyor.

La Pedrera

Ünlü Katalan Mimar Antoni Gaudi’nin bütün eserleri biraz uçuk, biraz sıradışı ancak bunların en ilginçleri arasında ilk sıralarda yer alan modernist stili 8 katlı apartman Casa Mila uçukluğu kadar mimarın üstün dehasını da göstermesi açısından önemli. La Pedrera (Taş ocağı) ismiyle de tanınan yapı 1900’lü yılların başında şehrin varlıklı isimlerinden Pere Mila ve ailesi için yapılmış.

Borgund Stave Kilisesi

Norveç topraklarında sıkça rastlanan Stave Kiliseleri ahşaptan oluşan, Orta Çağ’a ait, kereste çerçevelerle tutturulmuş yapılardır. Çoğunluğu Viking Dönemi’nde yapılan bu kiliselerin kalıntıları arkeolojik kazılarda ortaya çıkmıştır. Ama kendini koruyan ve dönemini yansıtan kiliseler de hala mevcuttur. Bunlardan en önemlisi ve neredeyse sıfır denecek kadar az restorasyona uğramış kilise Borgund Kilisesi ya da Borgund Stave Kilisesi’dir.
Borgund Kilisesi (Borgund Church), Norveç’te kaybolmamış 28 adet Stave Kilisesi’nden en ünlü olanıdır. 1180 ve 1250 yılları arasında inşa edilmiş olan Borgund Kilisesi kereste ve odundan oluşan malzemelerle Vikingler tarafından yapılmıştır. Norveçce dilinde “Stavene” kelimesinden gelen “Stave” kelimesi “çubukları ya da köşe iletileri” anlatmaktadır. Bu da kiliselerin yapımında ayakta durmasını sağlayan temel malzemedir. Bu kiliselerin bir diğer adı da Ağaç Kiliseler’dir. Borgund Kilisesi’ne dönersek; kabartma ve ejderha başlarıyla süslü yüksek kornişler sadece Vikingler’de bulunmaktadır. Bunun anlamıysa; Vikingler’in deniz yolculuklarında gemilerinde mutlaka bulunan ejderha ve yılan başı figürleridir. Bu figürler kötülükten, kötü ruhtan korunma amaçlı olarak Vikingler tarafından kilislerde de kullanılmıştır. İskandinav mitolojisinde geçen ejderha başı gibi tehditkar hayvanlar, denizlerdeki kötü ruhları ve canavarları kovmak amaçlı kullanılmıştır (Danimarka, İsveç ve Norveç, İskandinav ülkeleridir).
Borgund Kilisesi, Vikingler’in günümüze bıraktığı anıtlardan biri olmuş ve kabartmalarla da süslenmiştir. Kilisenin duvarlarından ise Runik Yazıtları vardır ki Runik alfabesini Vikingler kullanmıştır. Bu alfabeyi kullanırken sembolleri ve harfleri taş, tahta gibi sert cisimler üzerine yazarak kazımışlardır. Ağaç kiremitlerle örtünen yapının üzeri, duvarlarla bulunan Runik Yazıtları, kabartmalar ve Vikingler’in kültürü Borgund Stave Kilisesi’nde hala korunmaktadır.

Lotus Temple(Nilüfer Tapınağı)

oğadan ilham alınarak inşa edilmiş bir güzellik, Lotus Temple yani Lotus Tapınağı… Hindistan’ın Delhi şehrinde bulunan bir Bahai İbadethanesi olan Lotus Tapınağı, nilüfer çiçeğine benzeyen şekli ile kentin göze çarpan cazibe simgeleri arasında. İnşası 1986’da tamamlanan yapı ekspresyonist bir mimarlık tarzına sahip.
Kabul etmek gerekiyor ki, tabiatın sonsuz mucizelerini gördüğümüzde onlara hayran kalmamak elde değil. Zira doğa, insanoğlundan da öte en iyi mucit ve en deneyimli mimar. Lotus Tapınağı’nın tasarımı da işte tam bu fikir ile yola çıkmış. Tapınağın mimarı İranlı Fariborz Sahba 1976 yılında tapınağın tasarımını tamamlamış ve tapınağın yapısal tasarımını yapmaları 18 ay sürmüş.
70 metre yüksekliğe ve 34 metre genişliğe sahip 9 dairesel yapıdan oluşan mimari üç kısma ayrılıyor: Giriş yaprakları, dış yapraklar ve iç yapraklar. Dış yapraklar binanın ana ibadet alanını oluşturuyor. Giriş yaprakları çatı görevini görüyor. Lotus Tapınağı’nın tek kubbesi ve 9 girişi bulunuyor. Bu da dinsel sebeplere dayanıyor: Tek kubbe olmasının sebebi Tanrı’nın tek olduğu, 9 girişli olmasının sebebi ise dünyada 9 dinin var olduğu inancından ötürü. Bu girişler, içerisinde 1300 kişiyi oturtabilecek ve 2500 kişiyi ayakta tutabilecek devasa bir salona açılıyor.
Zemininde Yunanistan’ın Penteli Dağı’ndan gelen beyaz mermer taşları bulunuyor. Beyaz mermer sayesinde tapınak hem uzaktan görülebiliyor hem de gün batımındaki ışık yansımaları sayesinde insanlara göz ziyafeti yaşatan mavi – mor bir görünüm alıyor. Tapınağın çevresi ise gölet ve bahçeleri ile beraber 105.000 metrekarelik alanı kapsıyor. Tapınak, bu eşsiz ve göz kamaştıran özellikleri ile tüm Bahai Tapınakları arasında daha özel bir yere yerleşiyor ve ününü koruyor.

Demlik Benzin İstasyonu

Abd’nin  Zillah kentinde bulunan Demlik Benzin İstasyonu görenleri şaşırtıyor ve hayran bıraktırıyor.  Bu küçük sevimli benzin istasyonu 1922 yılında Jack Ainsworth tarafından tasarlandı. Dünyanın dört bir köşesinde gezilip görülmeyi bekleyen birbirinden ilginç yapılar, birbirinden enteresan inşa hikayeleriyle birlikte var oluyor. ABD sınırları içinde minik fakat meşhur bir yapı olarak karşımıza çıkan Demlik Şeklindeki Benzin İstasyonu görüldüğünde insan şu soruyu kendi kendine sormadan edemiyor: Bir insan durup dururken neden çay demliği şeklinde bir benzin istasyonu inşa etmek istesin? Aslında cevap basit; eğer siz de 1920’li yıllar Amerika’sında yaşamış olsaydınız hicvedilmek istenen şeyi hemen fark etmeniz işten bile değildi.

Denver Sanat Müzesi

Abd’nin Danver şehrinde bulunan Denver Sanat Müzesi Daniel Libeskind’in erken dönem işlerine hayran olanlar için yeni çizgisini izlemek ızdırap verici. 1999 yılında ilgi uyandıran zigzag formlu Jewish Museum’la yıldızının yükselmesinin ardından, Ground Zero Master planlamasındaki rolü esnasında tasarımından çok tasarımını savunmadığı için aşağılanmıştı. Ve aralarında, bir kürenin parçalara ayrılmasını öneren tasarımıyla, İngiltere’deki 2002 War Museum’un da bulunduğu en kötü binaları Libeskind estetiğinin bir karikatürü durumunda.

Denver Art Museum’a yapılan yeni ek Libeskind’in yapıtlarında barınan çelişkilerin tümünü yakalıyor. Cesur, çoğunlukla büyüleyen formlar hünerinin orjinalliğini destekliyor, fakat eziyet altındaki geometrik formlar burayı sanat yerleştirmek veya izlemek için yetersiz kılıyor ki, pek de küçük bir sorun sayılmaz. Ve bütün duygusal gücüne rağmen, bina ürkütücü şekilde modası geçmiş ve hatalarıyla göz önünde duruyor.
Şehrin yeni kültürel bölgesinin odağında, müze, zemin üzerinde yuvarlanan bir yığın kutu izlenimi veren birbirleriyle içiçe girmiş bir seri dikdörtgenlerden oluşuyor. Giriş, bir zamanlar harap olmuş pansiyon evlerden genç şehirlilerin kullanımı için dönüştürülen bir muhitte, Civic Center ile Golden Triangle’ı biribirine bağlayan ağaçlarla bezenmiş bir meydana bakıyor.
Yeni meydan iyi giydirilmiş bir formül: kısa zamanda canlı bir sokak yaşantısı üretmek amacıyla yine Libeskind tarafından tasarlanan müzeler, mağazalar ve stüdyo apartman kompleksleri. Şehir yetkilileri bunun Denver şehir merkezini yeniden canlandıracağının sözünü veriyorlar.

Bu çevre içerisinde müze büyüleyici olabilir. En göze çarpan özelliği, Gio Ponti müze binasına uzanan bir cadde üzerinde bir köşeden fırlayan üçgen bir form. Bir köprü iki binayı alttan birleştirir. Diğer formlar kısmen girişi koruyarak plazaya doğru yuvarlanır. Ancak, dış katmanlardaki deha, değişen bakış yönlerine göre değişen görüntüde yatıyor. Gaga benzeri uzanan form şehir merkezindeki yüksek binalar arasından parçalar halinde izlenebiliyor; diğer açılardan strüktür durağan ve bir depo gibi görüntüsünde. Geceleri ise bina ona garip bir donukluk veren 2 boyutlu bir basıklığa bürünüyor.

Libeskind, yakaladığı bu enerjinin bir kısmını binanın tamamından geçirir. Ziyaretçiler galerilere, dört katlı bir atriyum lobi etrafında dönerek yükselen bir merdivenle ulaşırlar. Tırmandıkça merdiven darlaşır ve daha yakın hale gelir. Duvarların kesiştiği yerlerdeki yarık şeklindeki pencerelerden süzülen ince ışık huzneleri binaya zaman zaman birleşme noktalarından ayrılıyormuş görüntüsü kazandırır. Daha yukarıda, kirişler binanın üzerinize yıkılmasını önlercesine biribirlerini keserler.

Kesişen geometriler, tavan aralarında rastlanan harika fazladan mekanlara benziyor, ve Libeskind bazılarına oturma grupları yerleştirerek bu mekanları lehine kullanıyor.
Bir koltukta otururken, bir kaç kat yukarıda merdiven boşluğunda yükselmekte olan bir insanın siluetini yakalayabilirsiniz. Diğer zamanlarda, tecrübeniz Max Beckman’ın ekspresyonist bir tablosundaki rahatsız edici, dağınık formlara girmeğe benzeyebilir.
Ancak bu mekan gerçek sanat eserlerini izlemek için tasarlanmış bir yer. Ve eğer çağdaş mimarları sanat eserlerine saygısızlık eden sığ müzelerle eleştirmek yorucu bir hal aldıysa, bu bina bunu doğrular nitelikte görünüyor. Tamamen form kaygısıyla elde edilmiş zorlanmış geometrilerle ortaya çıkan sıkıcı duvarlar ve asimetrik odalarda sanattan keyif almak neredeyse imkansız hale geliyor.

Küratörler doğru tercihler yapmışlar. Bazı heykeller burada müthiş görünüyor. Antony Gormely’nin paslanmaz çelik çubuklardan hazırladığı anonim figür, 2000 “Quantum Cloud XXXIII,” adeta tüm bina kendi etrafında parça parça yüzüyormuş gibi hissettirerek mekanın içine dalıyor. Fakat Degas ve Pisarro’nun tabloları çevrelerindeki bu kaos içinde kaybolmuş görünüyorlar. Warhol’un bir dizi halindeki Campbell’in çorba konservesi tabloları, küratörler artık onlara uygun yerler aramaktan yorulmuşlarcasına bir kolonun yüzeyi üzerine öylesine yerleştirilmiş.

Bir başka rahatsız edici unsur da binanın modası geçmiş görüntüsü. Frank Gehry’nin Bilbao, İspanya’daki Guggenheim Müzesi’ne hürmeten mi, yoksa meşhur kaplamasının denenmiş uygunluğundan mı bilinmez, binanın titanyum kaplaması garip bir biçimde tanıdık geliyor. Ve daha genel olarak, bu formlar size Libeskind’in diğer binalarındaki geometrileri hatırlatabilir: Londra’daki Victoria ve Albert Müzesi’nin inşa edilmemiş ek binasının yuvarlanan kutu benzeri formalarını, San Francisco’daki Contemporary Jewish Museum’un (Çağdaş Musevi Müzesi) açıları saptırılmış uzantılı şekillerini. Bu sanki aynı binayı üstüste defalarca görmeğe benziyor. Ve Gehry’nin en iyi işinden farklı olarak, şekiller genellikle tamamen kendi iç mantıklarından şekillenmişler; işlevlerine ve çevrelerindeki binalarla olan ilişkisi zorlanmış ve yapmacık.

Bu problem Libeskind’in kariyerinin eğrisine bağlı olabilir. Pek çok çağdaşı profesyonel hayatlarının ilk aşamasını bir şeyler inşa etmek mücadelesiyle, gece gündüz çalışarak “isim yapmadan”, birbiri ardına bir yere varamayan tasarımlar üretirken geçirdi. Fakat bu çaba içinde, daha sonraları, isim yaptıklarında akmaya başlayan tasarım talepleri esnasında kullanabilecekleri pek çok fikirler biriktirebildiler.

Libeskind iş hayatının ilk on yılını bir akademisyen olarak geçirdi. Berlin Müzesi’ni bitirdiğinde 54 yaşındaydı ve bütün bir on yıl boyunca içindeki herşeyi, hala kendisinin en iyi mimarlık başarısı olan bu tek binaya akıtmıştı. Yeni kazanılmış şöhret kendisine pek çok iş olarak döndü, ancak öyle görünüyor ki, kendisi bu erken dönem mimari dili genişletmekte, adeta aniden bir yıldız mimara dönüşmesinin, kendisine yeni fikirler ve zorlamalar üzerinde yeterli zaman ve mekan tanımamış olamasının sıkıntılarını yaşıyor.
Müzenin önündeki plazanın karşısındaki konut ve satış kompleksi ana binasını ucuz bir kopyası gibi duruyor. Beş katlı bir park strüktürünün iki kenarını saran bu kompleks kompozisyon keskinliğinden yoksun.
Garip şekilli formlar, belli bir tutarlı dil veya neden olmadan binanın cephelerinde biraraya getirilmişler. Birbirini kesen tirizlerin yarattığı ızgara cephe ucuz ve aşırı görünüyor. Ve iç mekanlar, bir kaç değişik manzara yakalamayı başaran rastgele yerleştirilmiş bir kaç pencere dışında, tatsız bir şekilde sıradan.
Bütün bunların Libeskind’in geleceği için ne sakladığını merak etmemek elde değil. Kendisi, Dresden’de bir Alman Askeri Tarih müzesi ve Dublin’de bir sahne sanatları merkezi inşa ediyor; şu an Milano, Singapur, Toronto, Sacramento, Kaliforniya’da iki düzineden fazla konut ve büro kulesi inşa ediyor. Bu müşterilerden bazıları kaliteli mimari konusunda ciddi; diğerleri ise büyük ihtimalle Libeskind ismi için bu işin içinde.
Fakat bütün mimarlar için kanıt işin kendisidir, ve Denver çıldırtan bir paket. Dönüşümlü olarak bazen büyüleyici, bazen sıradan ve bazen rahatsız edici, yani bütün yanlış nedenlerden ötürü uzlaşamamış bir paket.

Filistin’in Başkenti Kudüs’te Arı Kovanı Evleri

Kudüs’te bulunan Arı Kovanı Evleri ilginç mimarisiyle dünyanın en farklı yapıları arasında yerini almış durumda. Filistin’in başkenti kudüs’te bulunan bu yapı görenleri adeta şaşırtıyor. Doğadan alınan ilhamla yapılan bu yapıt gelecek kuşaklarada örnek olmuştur ve ilham kaynağı haline gelmiştir. Doğadan öğrenecek çok şey olduğunu bizlere kanıtlayan mimar Hecker, küçük bir alanda ve fakat konforlu bir şekilde ne kadar fazla insan yaşayabilir düşüncesi ile yola çıkmıştı. Hecker, geometrik şekilleri, asimetrik yapıları ve helezonu andıran görüntüleri ile dikkat çeken sıra dışı bir mimar olarak ün yapmıştı. Normal bir konut projesini kendi sıra dışılığı ile ilginç hale getirmeyi başardı.

Ontario Kraliyet Müzesi

Ontario Kraliyet Müzesi doğa ve dünya kültür tarihi üzerine odaklanmış 6 milyon parça ve 40 galeri içeren Kanada’nın en büyük müzesidir. Müze, eski yapıya çağın stilini yansıtan bambaşka bir ek bina yapılması geleneğinin harika bir örneği. Yeni bina şeklinin keskin hatları, cam ve metal görüntüsüyle bir çeşit kristale benzetilmiştir ve bu isimle anılmaktadır. Mimar Daniel Lebeskind “KRİSTAL” yapıyı eski bina ile birleştirerek eski ile yeninin en zıt buluşmalarından birini ortaya çıkarıyor. Yapı, adeta eski binanın içinden fırlayan modern ve aykırı bir yapı görüntüsü veriyor. Yapıya bir baktıktan sonra defalarca bakmamak gerçekten imkansız. Bu güzel yapı bütün beğenileri üstüne topluyor. Hem halk hemde dışardan gelen turistlerin akınına uğruyor,görenlerin hafızasında yer kaplıyor.