ZEYNEP FADILLIOĞLU İLE YAPILAN RÖPORTAJDAN ALINTILAR

Bir müddettir lafı ortalıktaydı; Şakir ailesinin yaptırdığı, gelenekselle moderni buluşturma yöntemiyle bu çağın camisi olmaya namzet Şakirin Camii’nin içini Zeynep Fadıllıoğlu tasarlıyordu. Cami büyük bir törenle 8 Mayıs’ta ibadete açılmazdan evvel Fadıllıoğlu’yla buluştuk, dünya üzerinde cami tasarlayan ilk kadın olmanın ağırlığını, endişesini, gururunu, heyecanını konuştuk.

Zeynep Fadıllıoğlu’yla söyleşi için sözleşmemizle buluşmamız arasında üç gün vardı. Önce o esnada bulunduğu İtalya’da işlerini halletti, sonra Katar’a geçti, söyleşiler verdi. Öyle ki Şakirin Camii’nde buluştuğumuzda The New York Times’ın muhabiri ile Alman TV kanalı RTL’in kamerası hâlâ olay mahallindeydi.Çocukları Gazi, Gassan ve Gade Şakir tarafından, İbrahim ve Semiha Şakir adına İstanbul halkına bir ‘hediye’ olarak yaptırılan Şakirin Camii’nin iç tasarımını üstlendiğinden beri, başı hayatında hiç olmadığı şekilde kalabalık Zeynep Fadıllıoğlu’nun. Bir kere bilhassa yabancı basından söyleşi taleplerinin ardı arkası kesilmiyor. Fadıllıoğlu, bu cami haberine üçüncü sayfasından gayet geniş yer veren Le Monde gazetesinin tarif ettiği üzere ‘laik aristokrasiye mensup’ ailesi yüzünden de, uluslararası camiada hem çok konuşulan hem de saygın kurumlarca bizatihi ödüllendirilen mekân tasarımlarıyla da zaten kulakları çınlatılan bir isim. Bir Fadıllıoğlu olarak, en kestirme tabirle cemiyet sayfalarındaki mesai yeter… Ama yok, bu başka bir şey…

Bir Batılı beş duyusuyla ilerleyelim; hangi kâseye oturtulacağı bilinmeyen Türkiye gibi bir ülkede, tasarımda gelenekselle modernin hemhal olduğu bir cami yapılıyor. Ama bu yetmez. Haberin boyutunu asıl büyütense tasarımcının bir kadın olması…

Zeynep Fadıllıoğlu kesin konuşmak istemiyor, ama dünya üzerinde cami tasarlayan bir kadına dair bilgiye de ulaşamamış henüz. Diğer İslam ülkelerinde zaten zor olacağını düşünüyor. Amerikalı Müslümanlardan çok sayıda tebrik e-mail’i alması, Amerika’da da bunu deneyenin çıkmadığının işareti ona göre.

Fadıllıoğlu bir yandan kendisiyle gurur duyuyor, bir yandan hayatının en gergin dönemini yaşıyor. Çünkü bir de işin içeri kısmı var… Türkiye mahreçli her haber, her söyleşide başka bir temayül söz konusu. En önde duranı onun İslamiyet’e dair bilgisini tartıp biçmek, en azından Müslümanlığa dair en makro düzeyde soruları sormak…

Bir de kesile biçile ilerlerken yolda değişen cümleleri var. Bir yerde tasarımcı olarak İslamiyet’e estetik getirdiğini söylerken okuyabiliyorsunuz mesela kendisini. Konuşmanın önünü arkasını dinlediğinizde başka bir şey. “Ben nasıl böyle bir terbiyesizlik yapabilirim” diyor sadece…

Bütün bunları bir araya getirdiğinizde, kendini Türkiye adına, İslam âlemi adına, İslam âleminin kadınları adına konuşmak durumunda bulan bir insan var karşımda.

Bütün bunlar hoşuna gitmiyor mu? Hem de nasıl… Hele Batı basınına konuşmayı çok sevdiğini kendisi söylüyor. Her bir detayı 182. kez anlatmaya üşeniyor mu? Ona da hayır. Ama her şeyin birbirinin üzerine bindiği bir an oluyor demek ki… Yoksa bir insan daha söyleşinin 10 dakikası dolmadan, üstelik hiç de kanırtıcı bir soruya muhatap kalmadan niye birden ağlamaya başlar ki…

Araya başka biri girmesin, herkesle doğrudan kendisi muhatap olsun diye bir halkla ilişkiler şirketiyle çalışmayan, konuşurken en dere gibi akan cümlesini, ‘Şu kelime yanlış anlaşılabilir’ diye tadilattan geçiren, verdiği her poz için ‘Şöyle görünmesin’ diye endişelenen bir kadın… Şakirin Camii’nin iç tasarımını Zeynep Fadıllıoğlu’nun yapması, işin içine din girdiğinde ülkesinde ya da dışında, bir kadının bağrında hissedeceği yanlış anlaşılma korkusunu ortaya çıkarıyor en önce. Çalışırken istediğiniz din âlimine danışın, dilediğiniz ehil size el versin… Yine de derin bir korku bu.

Şakirin Camii’nin tasarımı gibi, gelenekselle modern buluştuğunda böyle oluyor galiba.

Yabancı basının bu camiye ilgisi, bir tasarımcı olarak yurtdışında aldığınız ödüllerden sizi bilmelerinden mi, yoksa doğrudan İslam, kadın ve camiyi bir araya getirişinizden mi?

Bizi tanıyanların dışında da bir ilgi oldu tabii. İngiliz basını bizi, işlerimizi bilir. Zaten BBC radyosuna verdiğim Boğaz ve çocukluğum üzerine bir ses kaydının etkisi oldu. Oradan aldıkları bilgiyle BBC camiyle ilgilendi ve bütün dünya duymuş oldu. İngiltere’den iki ödülümüz var, onlar bizi sahiplenirler, hatta kendi memleketimizden daha çok ödüllendirdiler bizi. Bilumum Almanya gazeteleri, dergileri; İsveç’ten geldiler sonra… Türkiye’de haber olmamızsa Le Monde’un üçüncü sayfasında çok büyük bir haber çıkmasıyladır.

Yabancı basınla konuşurken kendinizde Batı’da yanlış tanınan İslam’a dair bakışı düzeltmek gibi bir misyon hissediyor musunuz?

Aynen. Bu hiç sorulmamıştı, çok iyi oldu. Aslında burada asıl teşekkürü aile adına Gazi Bey’e (Şakir) etmek lazım. Bunu bana sağlayan sonuçta o oldu. Fakat birden yabancı basın, televizyonlar bu konuyla ilgilenmeye başlayınca kendimi İslam namına cevap veriyor buldum. “Bu benim saham değil” diyerek, teologlara, Hüseyin Atay’a danıştım doğrudan. Bu iş verildiğinde gerçekten çok heyecanlandım. Ama camiyi kullanacak cemaatin yanlış anlamayacağı, bir taraftan yenilik getirirken, bir taraftan onları dışlamayacağı bir tasarım olması için epey zorlandık. Aslında kendimizi çok fazla kasmışız. Birçok şeyi tasarladıktan sonra alanın uzmanlarından ‘Neden olmasın’ diye cevap aldık. İlahiyat Fakültesi Dekanı Mustafa Fayda da aynı yaklaşımdaydı.

Bu olmaz’ dedikleri bir detay oldu mu?

Hayır olmadı, ama yön gösterdikleri oldu. Ben cami seven, tasarımlarında camilerden zaten etkilenen bir insanım; camilerde çok çalıştım, yabancı bir konu değil bana. Ama tabii İslami hayat tarzını bilmek başka, tasarım yapmak başka. Hata yapmamak için kendimizi çok gerdik.

İçten içe tarihe geçiyormuşsunuz gibi bir duygu var mı?

Onu sonradan fark ettim. Evet, öyle bir duygu çok var. Ama inanılmaz yüksek bir stresi de var. Çünkü bir kere… Ay, arada böyle oluyor. (Birden gözlerinden yaşlar boşanıyor, bir süre duruyoruz.) Çok mühim bir işmiş, sonradan anladım. Modern tasarımda tanıdığım çok kıymetli mimarlar, tasarımcılar varken bize böyle bir fırsatın verilmiş olması çok heyecanlandırdı tabii. Fakat bunları düşünürken birden kadınlık namına bir soruya cevap verirken buldum kendimi. Sonra İslamiyet’le ilgili sorular… Benim öyle bir kimliğim de yok, birikimim de… Ama birdenbire mecbur da kalabiliyorsunuz.

Bütün bunlar size fazla mı geldi?

Fazla da demeyelim, yanlış anlaşılır, tansiyonlu geldi. ‘Bir kadın olarak İslamiyet…’ diye başladıklarında birden değişiyor.

 

Bu, hayatınızın en önemli işi mi?

E, bence öyle. Senelerce eşime ya da başkalarına birçok lokantalar yaptım, oteller yaptım, kişilere özel işler yaptım… Bütün buralarda insanların ruhunu anlayarak, memnun olacakları alanlar yarattık ama belirli kitlelere…

Bu bilmediğiniz bir kitle mi?

Aynen. O yüzden ‘Bir camide kendim nasıl hissetmek isterdim’den yola çıktım. Birçok insanla konuştum. Hattatımız imam Hüseyin Kutlu’yla başta çok konuştuk.

Bu cami öncesinde İstanbul’un daha ücra semtlerinde ya da Anadolu’da küçük camileri gezerken başınıza hiç mi tatsız bir şey gelmedi?

Geldi canım… Bir-iki arkadaşla birlikte Antalya’da bir camiden kovulduk. Benim çocukluğumda dua edeni rahatsız etmeden, camiye istediğin zaman girerdin. İşte kadınlar kısmını bulamayınca ayakkabılıkların orada dururken kovulduk. Zaten birçok camide kadınlar kısmı çok kötü, tuvaletlerin yanında çıkışlar…

Genel olarak usül, yol yordam bilir misiniz?

Bilirim, benim anneannem hafız. Dini bütün büyüdüm, bütün duaları bilirim, dua etmeden bir yere de gitmem. Ama bunu ortaya çıkarmayız tabii; benle ilgili bir şey…

Başka cami tasarlamayı düşünüyor musunuz?

İki teklif var şu anda.

Bir tasarımcı olarak bunun üzerinize yapışmasından korkmuyor musunuz?

Niye korkayım? Bize bir zamanlar oryantalist diyenler oldu. Kendi memleketinden nasıl oryantalist çıkılıyor, onu da bilmiyorum.

Bu camiye de oryantalist diyen çıkacaktır…

Oryantalizmin ne olduğunu bilmeyen kullanacaktır. Avrupalı kullanmadı bu lafı, yine bizim memleketteki bazı cahiller kullandı.

Gözünüzü Batılı bulan, buraya oradan baktığınızı düşünen çıkmaz mı?

Bunu düşünen kendi kültürünü biliyor mu? Burada ne Batılı gözüyle ele alınmış? Hiçbir şey Batılı değil, tam tersine gelen, çok kendinden hissediyor.

Bir söyleşinizde bu caminin politikleşmesinden korktuğunuzu söylüyorsunuz…

Tabii ki…

Siz yola başka türlü de çıksanız, nihayetinde politik bir mesaj verdiğinizi düşünmüyor musunuz?

Kendim vermemek için direndim, ama bu işin içinde bulunarak vermiş oluyorum galiba. Maalesef son devir İslamiyet’te kadın vurgusuyla ilgili imajlarda eksiklikler var ki bu kadar ilgi çekti. İkincisi, İslamiyet’i yeterince tanımıyorlar, İslami yüksek düşünürler de yeterince anlatılmıyor Batı’da

Bir söyleşinizde bu caminin politikleşmesinden korktuğunuzu söylüyorsunuz…

Tabii ki…

Siz yola başka türlü de çıksanız, nihayetinde politik bir mesaj verdiğinizi düşünmüyor musunuz?

Kendim vermemek için direndim, ama bu işin içinde bulunarak vermiş oluyorum galiba. Maalesef son devir İslamiyet’te kadın vurgusuyla ilgili imajlarda eksiklikler var ki bu kadar ilgi çekti. İkincisi, İslamiyet’i yeterince tanımıyorlar, İslami yüksek düşünürler de yeterince anlatılmıyor Batı’da

Düşüncenin durduğu bir çağda mıyız şu anda?

Avrupa’da durduğu yok. Bizde öyle olması lazım. Bütün İslamiyet dünyası durmuş durumda ve belli kalıplara göre hareket ediyor bence. Hatta onlar bazen hiç oturmuyor. Kıyafet önde oluyor, düşünce arkada gibi kalıplar var. Onlara göre hareket edince İslamiyet’in kalıbı gibi oluyor. Halbuki o geleneğin getirdiği bir şey.

Ailenizi, hayatınız boyunca bulunduğunuz çevreleri düşününce laiklik vurgusu yapan Kemalist…

(Keserek) Ben Kemalistliği kabul etmeyen biriyim. Ne demek Kemalist; çok saçma sapan bir şey. Bir de bana bir norm yakıştırılıyor. Bana sorulmadan, benim nasıl düşündüğüme kimse karar veremez. Buna ailem de karar veremez. Ben, evet, Cumhuriyet sayesinde çok şanslı büyümüş insanlardan biriyim. Mustafa Kemal’i de hakikaten inanılmaz kıymetli buluyorum ama Kemalist değilim. Mustafa Kemal’in yaptıklarını kıymetli buluyorum. Aynı zamanda onun, ‘Benim düşündüğüm tarzda düşünüp bir yere varın’ yaklaşımını önemsiyorum. Mustafa Kemal da ‘Beni takip edin’ demiyor ki… Ondan sonra gelenler kalıplarla hareket etmeye karar vermiş. Mustafa Kemal tam tersi devrimci, anarşist bir ruh yaratmış, bunun da devam etmesi, bilgi çağının yakalanması üzerine mesaj vermiş. Halbuki biz bir kalıbı durdurduk, şimdi bir başkasına girelim gibiyiz. Biz illa koyun olmak istiyoruz. Onu takip ederken, şimdi bunu takip edelim. Ben memleketin idaresinin laik olması gerektiğine inanan bir insanım. Ama sadece kendim gibi düşünen insanlarla yaşamak istemiyorum; farklı düşünenler olsun… Benim çocukluğum öyleydi. Komşularımız Ermenilerdi, Rumlardı, Boşnaklardı, Kürtlerdi ve bu farklılıkları ben hiç bilmedim. Sonra birden bir şeyler oldu; Rumlar ayrıldı, Ermenilere neler yapıldığını öğrendik. Ermenilerin yaşadığı sorunları biz epey sonra öğrendik. Fakat korkuları hep vardı, ben de ‘Neden korkuyorlar’ diye hep düşünürdüm. Bütün bunları sonradan öğrenmek çok acıklı bir şey. Ben kendi ofisimde beni hiç sevmemiş biriyle de çalıştım. Ama işini çok iyi yapıyordu. Ona da söylediğim şuydu;

“Bizi sevmek zorunda değilsin ama teknik olarak iyi donanımlısın. Çalışmaya devam etmek istiyorsan çalış.” Seven insanlarla çalıştığınızda belki daha farklı bir şeyler çıkabilir ama farklı düşünenlerin birlikte çalışmasından da iyi şeyler çıkabiliyor.

Bu caminin sosyetikleşmesinden korktuğunuzu söylediniz…

Aslında ben öyle bir şey demedim. Öyle bir korkum da yok. Daha bu işe yeni başlamıştık, tam hatırlamıyorum nereden olduğunu, bir haber kanalından “Bu camide oturarak mı namaz kılınacak?” diye sordular. Dedim ki, “İsterseniz bu soruyu hiç sormamış olun. Sorularınız bu şekilde devam edecekse, lütfen benim vaktim de kısıtlı…” Demek kendisi İslamiyet’i o kadar bilmiyor, o kadar uzak ki, beni de öyle bir yere koydu kafasında. Biz orada değiliz maalesef. Ben o uzaklıkta zaten değilim. Modern görünmemin bir sakıncası yok diye düşünüyorum. Başka yerlerde böyle anıldıysa da benden dolayı değildir, atıf başkasınadır.

Sosyetik demeyelim; dinle ilişkisini nereye koyacağını bilemeyen, kendini laik olarak tanımlamış orta sınıfın camisi olabilir mi?

Bu söylediğiniz de son dönem ortaya çıkmış bir şey. Ben Yeniköy İlkokulu’nda okudum, oralarda yetiştim. Bütün yörenin bakkalı, kasabıyla beraber oradaki lokal camiye girerdik, açıkhava sinemasına giderdik. Biz ayrımlar içinde büyümüş bir kitle değiliz. Hep beraber eğlenirdik, hep beraber denize girilir, kürek çekilir, Zeynel Dondurmacısı’nda da yemek yenirdi. Hepimiz hâlâ arkadaşız. Öyle bir ortamda büyümediğimiz için böyle soruları anlamam zor. Bizde kesim yoktu; imkân farklılıkları vardı ama o farklılıkları gösterecek yerler yoktu. Böyle bir tüketim ekonomisi de yoktu. Bütün bunlar sonradan çıktı. Tabii ki annemlerin, Cumhuriyet çocukları olarak algıları daha kalıplar içinde diyebiliriz; korkuları daha yüksek. Ben kültürümüze ve milletimize güvenen bir yapıdan geliyorum. Ama oturan bir yapıdan da gelmiyorum.

Adını ne koyarsanız koyun, din üzerinden toplumsal bir kutuplaşma döneminde olduğumuz kesin. Daha çok merak ettiğim, çevrenizden, eşinizden dostunuzdan size ‘Ne işin var camiyle…’ diyen çıkıp çıkmadığı…

Hayır. Yanlış anlaşılan bir şey de var, bir arkadaşım espri olarak “Neden okul yapmıyorsun?” demişti, bunu da bir gazeteciye söylemiş bulundum. Halbuki onda da o kadar kalıplaşma vardı ki, cami yapıyorum deyince, benim para koyup cami yaptırdığımı düşünmüş. Ben de kestirme konuşmuşum tabii; ‘Cami tasarımında çalışıyorum’ dememişim. Onun dışında herkesten ‘Harika’, ‘Çok heyecanlı’ gibi tepkiler aldım. Mutlaka kafasında soru işareti olan olmuştur.

Size mi belli etmediler?

Bu kadar uçların oluştuğu bir toplulukta mutlaka ‘Bunu niye yapıyor ki’ diyen olmuştur ama kimse bana öyle bir şey söylemedi. Bunun sorusunu soran çok yabancı oldu.

Ben ruhen o kadar ayrıştığımıza da inanmıyorum. Bence kitleler birbirinden korkutulmaya başlandı. Sadece İslam korkusu değil. Türk’le Kürt’ü de birbirinden korkutuyorlar, şimdi topraklarımızı alacak diye Ermenilerden korkuyoruz. Laik olanların yüzde 70-80’i zaten Müslüman olarak tanımlıyor kendini. Sadece kendilerine tanımadıkları bir şablon getirilecek diye istemiyorlar gördüğüm kadarıyla. Tanımlayamadıkları için bir kutuplaşma oldu, eksik olmasın herkes de bunu artırmak için elinden geleni yapıyor.

Caminin dış cephe ve zemin kaplamaları Kayseri taşından; uygulama Kadir Akorak’a ait. Ana kubbe cepheleri, kadınlar mahfili, korkuluk ve revaklardaki şebekeler alüminyum Selçuk dökmeyle Kaya Kalaycı tarafından yapıldı. Kubbe kaplama malzemesi olarak balık pulu formunda alüminyum kompozit levhalar kullanıldı. Mavi kubbe, gece ışık efektiyle oluşturuldu. Tüm iç ve dış ışık tasarımı ve uygulaması, İngiliz aydınlatma tasarımcısı Arnold Chan imzalı…

Ana kubbe iç cephe kaplamaları, Kur’an sayfalarının Nur Suresi satır aralarından tasarlanan desenlerin, şeffaf cam üzerine işlenen panellerle kapatılmasıyla oluşturuldu. Uygulama Orhan Koçan’ın elinden çıktı. İç avlu giriş kapıları, ana kubbe giriş kapısı ve sergi alanı giriş kapısı da Koçan’ın eseri.

Ana kubbe zemin renginde Tophane işi renklerden esinlenildi. Çarkıfelek tasarım ve uygulama, Hüseyin Kutlu ve Semih İrteş tarafından gerçekleştirildi. Ana kubbe ortası Fatr Suresi, etrafı ise Mülk Suresi.

Minber, Zeynep Fadıllıoğlu’nun ekibi Zf Design tarafından tasarlandı. Minberin üzerine kâinatı temsil eden yaprak formları, Prof. Tayfun Erdoğmuş tarafından yerleştirildi. Mihrap da aynı isimlerin elinden çıkma.

Avize içerideki en modern tasarım; pleksi, metal, ayna ve cam taşları bir arada kullanıldı. Orhan Koçan ve Nahide Büyükkaymakçı tarafından yapılan dev avizede Allah’ın 99 ismi ve Nur Suresi yer alıyor. İç avluda bulunan şadırvan tasarımı ve uygulaması da William Pye’ın işi…

 

Bir cevap yazın