ENGİN ÖZTEKİN’İN SERGİSİ HAKKINDA BİLİNMEYENLER!

İstanbul’da sokak sanatının önde gelen temsilcilerinden Milk Gallery, yılın son sergisinde illüstratör Egin Öztekin’i ağırlıyor. Gayri meşrutiyet isimli sergide sanatçı, Osmanlı döneminden esinlenerek yarattığı kurgu dünyayı kendine özgü stiliyle yorumluyor. Sergi 3-27 Aralık tarihleri arasında görülebilir.
Milk Gallery&Design Store, İstanbul’da sokak sanatını benimseyen ilk sanat galerisi. Avrupa’da sık rastlanan sokak sanatını İstanbul’a taşımak isteyen Milk, her ay yeni bir sergide farklı toplumların sokak kültürünü, grafiti etkisindeki sanatçılarını İstanbul’a getiriyor. Bu ay galeri illüstratör Engin Öztekin’in ilk kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergide sanatçının 20’ye yakın çalışmasının yanı sıra özel olarak üretilmiş ve sınırlı sayıda basılmış tişörtleri ve rozetleri de yer alacak. Sergi, Osmanlı dönemi kavramlarını hicvediyor.

Osmanlı dönemiyle ilgili kurgularda nelerden esinlenirsiniz?
E.Öztekin: Osmanlı her yönüyle ilgimi çeken bir dünya oldu hep. Süsleme sanatı, minyatürler, silahlar, hükümdarlar, heybetli olma hali beni etkiledi. Elbetteki bunları birebir kullanmayı hiç düşünmedim. Bütün bu kavramları alıp içine mizahı koyarak zenginleştirmeyi tercih ettim. Böylece Osmanlı’dan esinlenerek ortaya çıkmış hayal mahsülü bir dünya olan Gayri Meşrutiyet ortaya çıktı.

Kullandığınız teknik nedir?
E.Öztekin: Ağırlıklı olarak beyaz kağıt ve marker kullanıyorum. Çalışmalarım kağıt üzerinde şekillendikten sonra dijital ortama geçiyorum ve bazı kompozisyonların son hallerini dijital ortamda sonuçlandırıyorum. Ama hiçbir zaman çalışmalarımın ana çatısını dijital ortamda oluşturmadım. Dijital ortamı kullandım çünkü dijital baskının geleneksel baskı yöntemlerinin (gravür, litografi, serigrafi vs.) modern hali olduğunu düşünüyorum. Elbette burada dijital baskının kalitesi çok önemli. Geleneksel ve dijital tekniklerin bir arada kullanıldığı işler Diagonal tarafından dünyada sadece 3 ülkede bulunan özel bir fotoğraf baskı tekniği kullanılarak basıldı. Kullandığım dijital fine art baskı tekniği ile daha önce dijital baskıyla mümkün olmayan gerçek siyah-beyaz baskılar elde edilmekte. Geleneksel baskı yöntemlerinde de olduğu gibi sergi parçanın her birini numaralandırıp sertifikalandırıyorum.

Sergide hangi işlerinize yer verdiniz?
Gayri Meşrutiyet yaklaşık yirmi parça çalışmadan oluşan bir sergi. Kuşçu Paşalar, Tavus Paşa sergide yer alacaklardan bazıları. Bu çalışmaların yanı sıra Gayri Meşrutiyet’in tişörtleri, magnetleri ve rozetleri de sergide ziyaretçilerle buluşacak.

MİMARLIK HAKKINDA DETAYLI BİLGİ

Benotton’un İstanbul Suadiye ‘deki mağazasının mimari ve iç mimari projesini tasarlayan İtalyan mimar Piero Lissoni, mimarlığın insani boyutunu sorgulamamızı öneriyor.

Suadiye Benetton, United Colors of Benetton’un Milano’da gerçekleştirdiği “Çok yakında…” sergisine katılan tasarımlar arasından hayata geçirilen ilk proje olma özelliğini taşıyor.

Benetton’un İstanbul projesine ne zaman başladınız, yer nasıl seçildi?
P. Lissoni: Üç yıl önce Luciano Benetton ile görüştük ve bana şu anki mağazanın yerini gösteren bir plan verdi, planı alır almaz İstanbul’a geldim ve Benetton binasının yer alacağı alanı tek başıma gezip projeyi kafamda şekillendirdim. Kasım 2007’de projeye başlamıştık.

Çok sayıda çeşitli müşterilerle çalışıyorsunuz, hiç düşündünüz mü neden sizi seçiyorlar?
P. Lissoni: Beni seviyorlar çünkü benim bakış açımı seviyorlar, benim farklı yüzüm olduğunu biliyorlar; bir tanesi anarşist diğeri ise rasyonel. Bir tanesi son derece otokontrol sahibi diğeri ise tümüyle yoldan çıkmış. Belki bu nedenle beni seçiyorlardır. Ve en önemlisi de projelerde elde edecekleri sonucu az çok biliyorlar. Her projemize küçük sürprizler ekliyoruz ve müşteriler bu durumu dört gözle bekler oldular. Bunlar tuhaf sürprizler değil, sadece yemeğe birazcık baharat eklemek gibi bir şey. Örneğin; Benetton projesindeki sürpriz, kuruları çevreleyen metal ön cepheyi boyamadan bırakmaktı. Bir çok insan mağazanın dışını gördüğünde henüz tamamlanmadığını düşünecek, fakat bu cephe zamanla oksitlenerek renk değiştirerek tamamlanacak.

Kutu fikrine nasıl karar verdiniz?
P. Lissoni: Mağazanın bulunduğu alanı inceledikten sonra kutu fikri benim için bir bakıma mimari zorunluluk olarak doğdu. Binanın arka tarafında ailelerin yaşadığı bir apartman, yan tarafında başka bir mağaza var. Bu şekilde hem sokağa açık ön cephe ve etraftaki komşulara saygı duyduğumuzu gösteren arka cephe tasarladık.

Dubai’de yapılan mimari projeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
P. Lissoni: Dubai benim favori bölgelerinden birisi değil. Bence mimarlık tümüyle insan ölçeğiyle ilgili. Bu şu anlama geliyor; mimarlık insanlıkla bağlantı kurmalı ve insanlarla iletişim içinde olmalı. Bazı mimarlar ve yapılar insanlarla bağını tümüyle koparıyor ve agosantrik fikirleri yüceltiyorlar. Benim için mimarlık insanlık sanatı. Ben girdiğim yapının içinde kendimi insanlıktan kopuk, tuhaf hissetmek istemiyorum. Fakat bu tarz mimari kurgular dergiler, gazeteler için iyi bir malzeme oluşturuyor.

 

 

ONUR AYGENÇ İLE YAPILAN RÖPORTAJ

 

Milano Mobilya’nın tasarımcılarından Onur Aygenç, IMOB 2009 Tasarım Yarışması’nda “Monura” yemek takımı ile birincilik kazandı…

Monura yemek odası tasarımın ile IMIB’da 1.’lik ödülü aldın. Beklediğin bir ödülmüydü?
Hem evet hem de hayır. Beklemiyordum aslında. Çünkü, tasarıma başlarken herhangi bir fuar yada yarışma kaygısına kanalize olmamıştım. Amacım gerçekten farklı yaklaşıp kendimi kendime kanıtlamaktı. Yarışma sonuçları açıklanırken de bekliyordum. Çünkü, birileri benim onlara göstermeye çalıştığım “görsel lezzeti” tatmış olmalarını umdum. Başka bir tasarımcıdan hiç esinlenmeden tasarlandığından dolayı “özgürlüğü1 ve “ruhu” konusunda da içim rahattı.

İsmi nereden geliyor?
İlk üretilen tasarım olduğu için, içinde ismimden bir parça olsun istedim. “Milano Onur Aygenç” in bir kısaltması olduğu gibi aynı zamanda da Latince’de kanatsız böceklerin alt sınıfının karşılığıdır.

Öğrencilik yıllarında kimlerden etkilendin?
Pater Eisenmann, Mickey Muenning, Frank Lloyd Wright, lan Mcharg, Ludwig Mies Van Der Rohe, Arne Jacobsen, Alexander Calder, Michelangelo, Walt Disney, Karim Rashid, M.C. Escher, Gustav Klimt, Tadao Ando, Zaha Hadid, Osman Soykut, Tanjı Özelgin, Can Yalman, Koray Malhan… vs.

Tasarım dünyasını gelecekte neler bekliyor?
Gelecekte çok değişik akımlar, daha çok doğu batı sentezleri globelleşen dünyada mekan ürün anlayışına hakim olacaktır. Ürünlere teknolojik gelişmelere bağlı olan wireless, LCD… gibi entegrasyonlar artacaktır. Şöyle ki, her zaman kazanan, insanı düşünen, ne egosal ne de ticari saplantısı olan, insan beden ve ruhunun dış dünyayla iletişimini kurgusunu artıran “şeyler” olacaktır.

 

 

ROSS LOVEGROVE İLE YAPILAN SÖYLEŞİ

 

 

Tasarım dahisi olarak anılan Ross Lovegrove, saf biçimler oluşturma arayışında kullandığı yeni malzemeler, formlar ve teknolojilerle özgün tasarımlara imze atıyor.

Çalışmalarında organik formlar ve doğanın yansımalarıyla yakında ilgilenen tasarımcı, Vitra için tasarladığı İstanbul ve Mod koleksiyonlarından sonra son tasarımı Freedom’ı ilk kez ISH 2009’da sergiledi. Dünyaca ünlü İngiliz tasarımcı, Vitra ile gerçkleştirdiği çalışmaların 3. sergisi olan “Freedom” ile pürüzsüz hatlara sahip ir heykeli andıran formda, alışılagelmiş çizgilerden uzak bir tasarım sunarak banyolara özgürlük getiriyor. “Az çoktur” felsefesiyle tasarımlarına hayat veren Ross Lovegrove ile Vitra için yaptığı koleksiyonlar ve tasarım hakkında sohbet ettik…

Vitra ile tasarım anlamındaki buluşmanız ve “banyo tasarımı” hikayeniz nasıl başladı?
Vitra bana ilk olarak “Ross Banyosu” yap dediğinde, açıkçası ne yapmam gerektiği konusunda biraz kararsız kaldım. Çünkü onlar benden ne olacağını biliyordu ama ben ne vereceğimi kestiremiyordum. Çalışmalara ilk başladığımda ilk olarak limitleri nasıl zorlayabiliriz, malzemeye nasıl farklılık katabiliriz diye düşünerek hassas gözlemler yaptım. 6 yıldır beraber çalıştığım Vitra, beni her zaman tasarımlarımda özgür bıraktı. Bu tasarımcı için rüya gibi gibi bir durumdur. Çünkü karşılıklı güven sağlandığında istediğiniz her şeyi yapma özgürlüğünüzün olması başarılı tasarımlar yapmanızı sağlıyor.

Vitra ile 3 farklı seride çalıştınız. Bu 3 farklı banyo tasarımını birbirinden nasıl ayırıyorsunuz?
İstanbul’u 75 farklı üründen oluşan hala çok ilgi gören ve uzun yıllar satılacak olan, endüstrinin klasiği haline gelmiş olan bir seri. 2. koleksiyonum Mod’u tasarlarken ilkini taklit etmemeye özen gösterip diğerini aşmak istedim. İstanbul koleksiyonuyla hiç ilgisi olmayan bambaşka bir tasarım oldu. Mod “Az çoktur” yaklaşımının bir ürünü olan bu koleksiyon modern, mütevazı ve modüler özellikleriyle insanların hayatlarını kolaylaştıran seri. Her türlü gereksiz ayrıntıdan arınmış, ince hatlı, minimal bir tasarım. 3. koleksiyonum Freedom’da ise limitleri iyice zorlayarak 6 yılın sonunda sahip olunan teknolojinin de bilinciyle yaptığım işte daha da iyi olmaya çalıştım. Banyo mekanına baktığımızda güzel formların arasında dolaşıyoruz evet… Ancak simetriden çok asimetrik formların mekanda neler yapacağını görmek istedim.

Tasarımlarınız da malzemeyle nasıl bir ilişki kurarsınız?
Malzemeyi nasıl kullandığınız çok önemlidir bana göre. Mutfakta da geçerlidir bu. Aynı malzemeyi farklı insanlara verirsiniz, kimisi harika yemekler ortaya çıkarırken kimisi tatsız yemekler yapabilir. Malzemenin de br hafızası vardır, dolayısıyla tasarımın malzemeyle uyumlu olması, malzemeyi nasıl kullandığınız çok önemlidir. Banyo tasarımlarının temel malzemesi olan seramik çok deneysel özel ve insancıl bir malzemedir.Bu da, modelini yapıp kalıbını çıkarırken bize farklı şeyler deneme imkanı sunuyor. Seramik ağır ve nakliyesi masraflı masraflı bir malzemedir ancak banyoda hijyenik olması açısından her zaman tercih edilir.

Endüstriyel tasarımın bir modası var mıdır?
Endüstriyel tasarımda modayı kullanamazsınız çünkü fikirler çok kısa sürede değişir. W Dergisi’nde modanın 6 ayda bir değiştiğine dair bir yazı okumuştum. Endüstriyel tasarımda 6 ayda bir değişecek bir ürüne yatırım yapmanız çok ağır bir sorumluluk olur. Kısa vadede tüketim gerçekleştiğinde ticari bir başarı sağlamak da gerekir. Ancak para, kültürü satın alamaz. Dolayısıyla ben kültürel öğelere sahip ürünler tasarlayıp erişilebilir sanat yapmak istiyorum. Bu tasarladığım bir bisiklete yada su şişesine de uyarlanabilir.

MİMARLIK VE TASARIM HAKKINDA ZAHA HADİD’LE YAPILAN RÖPORTAJ

 

 

 

Forward Dergisi, dünyaca ünlü mimar Zaha Hadid ile tasarım, mimarlık ve konusunda bir numara olmak üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi…

Şam’a yaptığınız son ziyaretinizle başlayalım. Haziran 2006’da Anat Galerisin’de Sayegh tarafından yürütülen “LET IT BE JEWELRY” sergisine katıldınız. Sanatçıları, mimarları ve heykeltıraşları mücevher tasarımcısına dönüştüren bu projeden bahsedebilir misiniz?
Sergi için Skein Sleeve (karmaşık kol) tasarımı yaptım. Bu, kola içerisinden çekilip esnetilerek dolanan çok yönlü bir mücevher. Geometrinin şık karmaşıklığı, ürünün, üzerinden su damlacıkları akıyormuş gibi görünmesini sağlayan beyaz elmaslar ve parlatılmış beyaz altınla belirginleştiriliyor. Ürün, Şam’daki zanaatkarların yeteneklerinin mükemmel bir göstergesi olarak ortaya çıktı.

Buradan, Londra’da sizin dikkatli gözlerinizin altında eğitilen 250 çalışanı bulunan Zaha Hadid Architects’e gelmek istiyorum. Bu artan mimar nesli içerisinde sizin başarınızın sırrı nedir? Kendinizi, Zaha Hadid damgası ile stil ve performansı etkilemeye çalışan entelektüel bir diktatör olarak mı görüyorsunuz yoksa tecrübeyi teşvik mi ediyorsunuz?
Ofisimizde çalışan pek çok kişiyi biz eğittik. Belki kariyerimin ilk dönemlerinde, yöneticinin bir fikri eskize dökmesi ve diğerlerinin o noktadan sonra devam ettirmesi söz konusuydu ancak artık ofiste benimle çalışarak tartışmalara katılıp masaya bir şeyler getirenler asıl övgüyü hak ediyor. Projenin toplum üzerindeki etkisini arttırmak için duydukları heves desteklendi. Fırsat verildiğinde ofiste çalışan öğrenci ve çalışanlardan nasıl fikirler çıkabileceğini asla bilemezsiniz.

Başlangıçta korkabilirler, tabi ki benden değil, ama ellerinden gelenin en iyisini yapabilmeleri için biraz güvene, bir derece de özgürlüğe ihtiyaçları var. Bence insanlar bizim ofisimizde çalışmayı bu yüzden seviyorlar – tek zorunlulukları sıkı çalışmak ve ellerinden gelenin en iyisini yapmak. Sürecin ve gösterdiğimiz gelişimin parçası olduklarını hissediyorlar, sadece bir binanın belli bir detayını yapmakla kalmıyorlar. İnsanların gelişmesine izin vermelisiniz ve de onların, ve işlerinin olgunlaştığını, projenin gelişimine katkıda bulunmalarını izlemek çok heyecan verici.

2008 yılında Forbes’un yayınladığı Dünyanın En Güçlü 100 Kadını arasında 69. sıraya yerleştiniz. Buna katılıyor musunuz? Ve eğer katılıyorsanız, bu güç sizi nasıl değiştirdi?
Belki de bana başarılı olmadaki kararlılığımı gösterişim sağlamıştır ancak ben her zaman gayet kararlı biri oldum. Şimdi başarıya ulaştım ama bu uzun bir uğraş sonucunda oldu. İlk zamanlar tam birer işkoliktik, tüm gece çalışıyorduk ve bu inanılmaz bir odaklanma ve hırs gerektiriyor. Ben bu övgüyü çok da ciddiye almıyorum, elbette minnettarım ama bu benim yaşamımı etkilemiyor.

İnsanlar bana yanaşırken hep çok kibar ve iyi oldular, hep güzel şeyler söylediler. İnsanların mimarları tanıması çok heyecan verici. 25 yıl önce tanımıyorlardı. Bence iyi anları fark edip onların tadını çıkarmak gerek. Ve her zaman iyi yönünden bakmalı. Ama tabi kötü yanları da var: çok fazla seyahat ve sürekli hareket nedeniyle çok yoruluyorum.

Yakın zamanda Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden Fahri Doktora ünvanı ile ödüllendirildiniz. Bunun yanında halen Beyrut Amerikan Üniversitesi’ne bağlı mısınız? Öyleyse, üniversite kampusunu canlandırmak üzere yeni bir proje üzerinde çalışıyor musunuz?
Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü için Issam Fares Enstitüsü’nü inşa ediyoruz. Sadece öğrencileri ve akademisyenleri değil, yerel, bölgesel ve uluslararası araştırmacılar, düşünürler ve politika yapıcıları da çekecek şekilde tasarlandı. Ben bu tür, tartışma ve paylaşma fırsatları yaratan enstitülerin fikir alışverişi için çok önemli olduğuna inanıyorum.

2004 yılında Mimarlığın Nobeli olarak adlandırılan Pritzker Mimarlık Ödülü’nü kazanan ilk kadın ve ilk Arap oldunuz. Bu konuda bize ne söyleyebilirsiniz?
Pritzker Ödülü’nü kazanmak aslında, 20 yıl önce geleceğin mimarlığına dair riskli projeksiyonlar olarak başlattığımız işin tam olarak tanındığını gösteriyor. Pritzker Ödülü’nün mimarlıktaki erkek egemenliği kuralına bir istisna olup olmadığını da zaman gösterecek.

Memleketiniz olan ve son zamanlarda zor zamanlar ve politik bir türbülans geçiren Irak’tan bahsedersek… Sık sık ziyarete gidiyor musunuz? Ve bir şekilde işgal bittikten sonra ulusal yeniden inşaya dahil olmayı planlıyor musunuz?
Irak’ta çok güzel bir çocukluk geçirdim. 60’larda Irak, yeni kurulmuş bir cumhuriyet olarak yapılan binalar ve yaratılan çevre ile yeni bir kimlik elde etmeye çalışıyordu. O dönemde Irak’ta ileriye yönelik kırılmaz bir inanç ve müthiş bir iyimserlik hakimdi.

Yeniden inşa konusunda katkıda bulunmaktan çok büyük mutluluk duyarım. Bu oldukça zor bir durum. Irak işgal altında bir ülke. Umarım yakında benim gibi insanların katkıda bulunacağı bir yer olacak. Sadece tekil binalar için değil, kentsel planlama ve büyük altyapı yatırımları için de çok çalışılması gerekecek.

Suriyeli mimarlar, eskiyi korurken bir miktar modern dokunuş eklemek konusunda bir ikileme düşmüş gözüküyorlar. Şam mimarlığının kaderi üzerine karar verici olsaydınız, nasıl bir kanun koyardınız?
Politik kararlar üzerine çok konuşamam tabi ama tarihini yitirmesi çok büyük bir kayıp olacaktır. İnsanlara “herşey korunmalı” demek ile birinin yeni şeylere inanması arasında çok ince bir çizgi var. Ben kentlerin Venedik gibi olup gelişmemesi ya da değişmemesinden yana değilim. Çağdaş bir biçimde müdahale etmek önemli ancak bu çok belirgin bir şekilde yapılmalı.

Siz Mimarlığın Kraliçesi olarak adlandırılıyorsunuz ve bu mesleğe damganızı vurdunuz. Zaha Hadid’i bugüne getiren nedir?
Tüm bunları yapacak güveni bana ailem verdi. Ben daha çocukken her yıl ailemle tatile çıkardık ve babam benim her kentteki tüm önemli bina ve müzeyi görmemi sağlardı. Çocukken Cordoba’yı gördüğümü hatırlıyorum – yedi yaşındaydım – ve hayatımda gördüğüm en güzel yerdi. Elbette pek çok müthiş yer var ama bu cami benim üzerimde çok ciddi bir etki bıraktı. İçerisi çok karanlıktır ancak içeride beyaz bir mermer vardır. Irak Samarra’daki 9. yy’a ait Büyük Cami’nin minaresini hatırlıyorum. Onu taklit eden pek çok modern binadan bin yıl daha yaşlıydı.

Eden Bahçeleri’nde, Samarra yıkıntılarında piknikler de yapardık. Orada durduğumuzda zamansızlığı algılarsınız.

Nehir ve ağaçları görürsünüz ve 10 bin yıl önce de orada olduklarını fark edersiniz.

Kendi kişisel deneyimim beni tamamen baştan yarattı. Ben bir Arap’ım ama orada çok uzun süre yaşamadım, o nedenle de tipik bir Arap sayılmam. Londra’da yaşadım. Kesin bir mekanım yok ve bence benim gibi insanların dünyasını yeniden keşfetmesi gerekiyor.

MİMAR SİNAN HAKKINDA YAPILAN SÖYLEŞİ

Mimar Sinan’ı Aşmak Mümkün Değil!
Dünyanın en önemli sanat tarihçilerinden kabul edilen Prof. Oktay Aslanapa geleneği devam ettirecek mimar, sanatkarlar yetişmediği için kendimize has bir mimari oluşturamadığımızı söylüyor. Bugün dünyada hakim olan kübizm mimarisinin kurucusu Corbusier’in Mimar Sinan’dan ilham aldığını anlatan Aslanapa, Mimar Sinan’ı aşmamızın mümkün olmadığını ifade ediyor…

Prof. Oktay Aslanapa henüz Türkiye’de sanat tarihinin adı bilinmezken yurtdışında Türk İslam Sanatı üzerine doktora yapmış ve Türkiye’de sanat tarihi bölümünü Alman meslektaşı ile kurmuş bir isim. Bugün dünyanın en önemli sanat tarihçilerinden sayılan, mimari ve halı konusunda uzman Aslanapa’nın adının herhangi bir sanat tarihi kitabının kaynakçasında geçmemesi mümkün değil. Geçmiyorsa da o kitap makbul sayılmıyor. Anadolu’yu adım adım gezerek kazılar yapan ve böylece sanat tarihimizi yeniden yazan Aslanapa, İznik kazıları ile de çinicilik geleneğimiz hakkında doğru bilgilere ulaşmamızı sağladı. 95 yaşında olan hocamızla İstanbul Güzel Sanatlar Fakültesi’nde konuştuk.

Sizin Türklerin ayak bastığı her yere gidip oradaki eserleri gördüğünüz söyleniyor. Nerelere gittiniz?

Afganistan’da görev aldım üniversitede, ders veriyordum. Orada Hubel leşkeri bazar’da saray kalıntıları, camiler, hepsini inceleme fırsatı buldum. Epey bir müddet aştırmalar yaptım. Leşkeribazar çok mühim. Oralara gidip resimler çektim, sonra bir araştırma için tekrar Orta Asya’ya gittim. Semerkand, Buhara… oraların incelemelerini yaptım. Mısır’a Kahire’ye gittim. Anadolu’nun her yerinde çalışmalarımız, kazılarımız oldu.

Hala zaman zaman tarihi eserleri gidip görüyor musunuz?

Gidiyorum tabi. Bir camide hasar olduğunu duyduğumda gidip bakıyorum. Yanlış restorasyon olduğunu duyduğumda gidip bakıyorum. Ama o kadar.

O zaman iş işten geçmiş oluyor tabi. Restorasyonlarda size danışmıyorlar mı hocam?

Yok, hiç danışmıyorlar

MİMARİ, SİNAN’LA ŞAHİKASINI BULDU
Bir mimari esere baktığımızda “bu Türk İslam eseridir” diyebilmek için ne gerekir?

Şunu belirtmek lazım. Türk sanatı mimarisi Osmanlılarla başlamış bir mimari değildir. Orta Asya’da kubbe mimarisi, Doğu Türkistan’da büyük kubbe mimarisi vardır. Sonra Selçuklular zamanında İran’da büyük kubbeli camiler var. Böyle eski bir gelenek. Mimari Osmanlılarla Anadolu’da gelişmeye devam etmiştir ve Mimar Sinan’la şahikasını bulmuştur. Bu nedenle Türk mimarisini bir bütün olarak görmek lazım. Çünkü şimdi birçok Prof. ben Osmanlı sanatına bakarım diyor, öbürkü Selçuklu sanatına bakarım diyor, bölük pörçük. Ben bütün Türk sanatını incelemeye aldım ve bütün çalışmalarım böyledir. Türk İslam eserlerinde mimari hatlar, Kübizm akımının kurucusu Corbusier’in ilham aldığı kübik organlar vardır. Kubbelerin kuleleri etrafındaki elemanlar. İran’da Safevi mimarisi süse boğulmuştur. Osmanlılarda gayet ölçülü bir süsleme vardır. Mimari hatlar esastır.

Türkler göçebe bir toplum olduğu için fazla eser bırakmamıştır, diye bir söylem vardı. Okullarda bu öğretilirdi…

(Gülüyor.) Türk tarihini bilmeyen cahillerin kafasıdır bu. O zaman Orta Asya’daki o kadar mimari eserler nasıl yapılmış?

Son dönem mimarimizi nasıl buluyorsunuz?

Kübik mimari hakim olmuştur bütün dünyada. Osmanlılarda da kübik mimari hakim olmuştur. Orijinal bir mimari geliştirilmemiştir.

Şimdi dünyada kübizm akımının hakimiyeti devam ediyor mu?

Kübizm devam ediyor. Ama ondan gelişmiş çeşitli üsluplar var mesela İtalyanlar başka Amerikalılar başka, Ruslar başka. Her biri bunları kendine göre yorumlayarak gelişiyor.

Kentlerimizde Mimar Sinan’ın kemiklerini sızlatacak derecede çarpık bir şehirleşme var. Bunun sorumlusu kim?

Atatürk Cumhuriyet sanatının başlangıcını gelişmesini üzerine almış ve hayatının sonuna kadar bu konuda emek vermiş, görev yapmış birisidir. İlk defa bize Türklüğü, Türk sanatını benimseten Atatürk olmuştur. Onun ölümünden sonra bunu devam ettirecek kuvvetli şahsiyet kalmamış. Sonra zayıflaya zayıflaya tamamen eski gelenek kaybolmuş o gelişme durmuştur.

Eski evlere, çeşmelere baktığımızda her biri birer sanat şaheseri. O dönemin günlük elemanlarıydı bunlar. Günümüzün estetik anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüzün estetik anlayışı biraz beynelminel. Tüm dünyada hakim olan mimari akımlar bizde de hakim olmuştur.

YENİ ÜSLUP YOK HEPSİ TAKLİT
Modern camiler yapılıyor. Kocatepe, Şakirin gibi. Bunlar mimarimiz açısından nerede duruyorlar?

Yepyeni bir üslup yepyeni bir görüş diyebileceğimiz bir şey yok. Hepsi eskinin yarım yamalak taklitleri.

Çok kocaman, çok uzun minareleri olan camiler yapıyoruz bugün.

Bunlar iyi bir mimari olmadığını gösterir. Eski camilerin nispetleri kubbe minare hepsi dengelidir. Birbirine uygun nispetlerle yapılmıştır. Bunu başaramayınca acayip şeyler yapılıyor. Minareyi uzatıyor, kubbeleri değiştiriyor. Bunlar iyi şeyler değil.

Mimari geleneğimiz neden oturmadı?

Devam ettirecek kadar iyi mimar sanatkar yetişmemiş.

Bizim Mimar Sinan’ı aşmamız mümkün mü? Ya da aşmalı mıyız?

Hayır. O dönem geçmiştir. Mimar Sinan’ın çağdaşı olan Rönesans mimarlarının da aşılması söz konusu olmaz.

Mimar Sinan ustalık eseri olarak Selimiye’yi söyler ama sizce Mimar Sinan’ın en iyi eseri hangisi?

Corbusier vardır kübik mimarinin kurucusu İsviçreli mimar. O İstanbul’a gelip incelemeler yapmıştır. “Bana ilham veren Mimar Sinan olmuştur. Onun kübik hatlar içeren mimari organlarından ilham alarak kübik mimariyi buldum” diyor. Bir de dünya çapında bir Japon mimar var hala hayatta. “Ben Roma mimarisiyle, Mimar Sinan’a bakarak bütün çalışmalarımı yaptım” diyor. Bu ikisi Mimar Sinan’ın durumunu biraz aydınlatır. Mimar Sinan’ın en iyi eseri şudur demek doğru değil. Kendisi çıraklık kalfalık ustalık eseri diye sıralar ama o onun tevazusundan.

İRAN HALIDA BİZİ TAKLİT BİLE EDEMEDİ
Minyatürle ilgili olarak hep bir İran Türkiye çekişmesi var. Bu halıda da aynı şekilde, hatta da aynı çekişme var. Bu rekabet kültürlerimizin yakın olmasından mı kaynaklanıyor?

Gayet tabi. İran’da uzun zaman Türkler, Selçuklular hakim olmuştur. İsfahan’da Mescid-i Cuma gibi eserler Selçukluların yaptığı eserlerdir. İran ancak Safevilerle kendine has bir şeyler yapmaya başlamıştır gayet mübalağalı görüntüler halinde. Mesela İran camileri süse boğulmuştur, mimari süsün altında ikinci planda kalmıştır. Bütün sanatlarda da böyledir.

Halıyı ele alalım mesela. İran’da 16. yüzyıldan evvel halı yoktur. Safeviler zamanında İran halıları çıkmıştır. Ama dünyada bütün halılar hep İran halıları olarak bilinir. Aslında Türk halılarının ihtişamı hiçbir zaman İran tarafından taklit bile edilememiştir.

Cidde’de dünyanın en yüksek binası yapılıyor. Yüksek daha yüksek… İnsanların bu yükseklik tutkusu nereden kaynaklanıyor?

İstanbul’da binlerce gökdelen yapılıyor yepyeni şehirler kuruluyor. Bu tabi bir rekabet doğuruyor. Herkes yüksek bina yapmak istiyor. Tabi bir de ekonomik bakımdan sınırlı arsalar üzerinde ne kadar yüksek bina yaparsak o kadar avantajlı oluyor.

Sanatımızda heykel pek yok. Bu gelenekle, inançla ilişkilendiriliyor?

Bu yanlış bir bilgiden kaynaklanıyor; tasvir yasağı. Aslında tasvire tapmak yasaktır, tasvir yasağı diye bir şey yoktur. İslam’ın ilk dönemlerinde Mekke’nin fethi zamanında Mekke heykel doluydu. Araplar hepsini kırıp dökmeye başladı. Hz. Muhammed geldiğinde bakıyor durum kötü bir Hz. Meryem, Çocuk İsa freski var duvarda. Hemen önünde duruyor, “buna dokunmayacaksınız” diyor. O dokuzuncu yüzyıla kadar orada durmuş. Ondan sonra taassup almış yürümüş tasvir yasağı diye diye. İslam’da öyle bir yasak yoktur. Göktürklerle başlayan bir heykel sanatımız var. Birçok heykel var Orta Asya’da. Onlardan başlayarak bütün Türk devletlerinde heykeller, balballar var. Fakat taassup nedeniyle gelişmemiş.

Avrupa müzeleri bizim eserlerle dolu
Yurt dışındaki müzelerde çok sayıda bize ait tarihi eser var. Bunlardan içinizi cız ettiren var mı?

Bütün Avrupa, Amerika, Rus müzeleri hepsi Türkiye’den gitme eserlerle doludur. Çünkü Osmanlı döneminde kazı yapma izni verildiğinde bu kazılarda çıkan eserlerin belli bir bölümünü alıp götürmek müsaadesi vardı fakat bunlar hepsini alıp götürmüşlerdir. British Museum’da bir kilometre boyunca antik şehirler sırayla sergilenmiştir. Çıkan eserler bizde hiç örneği olmayan eserlerdir. Mesela Samerra’da Almanlar kazılar yapmış, çıkan eserlerin hepsini götürmüşler bize hiçbir şey kalmamış. Çünkü o zaman Osmanlı’da sanat eserini saklamak gibi bir şey yok.

Bu eserler ait oldukları yere geri getirilmeli mi?

İmkan yok, koyacak yer bulamazsın. Bütün şehri doldurur. Bu sayede de korunmuştur bu eserler.

Türkiye’ye baktığınız zaman dünyanın yedi harikası arasına girer dediğiniz eser hangisi?

Mimar Sinan’ın eserleri başta gelir gene.

Bazıları götürüldü ama birçok tarihi eserimiz de yok oldu. Bunlardan en çok hayıflandığınız, yok olmamalıydı dediğiniz?

Edirne’de Mimar Sinan’ın eserleri yok olmuştur. Anadolu’da birçok kazı yerlerinde eserler yok olmuştur. Çok büyük zarar verilmiştir. Atatürk zamanında Atatürk’ün telkiniyle korunması zaptu rapt altına alınmıştır.

YAPTIĞIM KAZIYI YASAK DİYEREK GÖSTERMEDİLER
Üniversitede sanat tarihi bölümü başına geçince kazılar yaptığınızı söylemiştiniz. Bu kazılar sanat tarihimize ne kattı?

İlk kazımız Diyarbakır Artuklu Sarayı kazısıydı. Çok muhteşem bir saray kazısı yaptık. Biraz restorasyonunu yaptık. Çok güzel bir şey oldu sonra bir daha ilgilenemedim çünkü yasak bölge yaptılar. Saray İçkale’de orada askeri birlik var. Katiyen gidip göremedim. Bir sürü hikayeler anlattılar, kazı tahrip oldu, yakıldı, yıkıldı diye… Fakat en son haber aldığıma göre korunma altına alınmış. Sonra Kayseri Keykubadiye kazısı yaptık. Alaaddin Keykubat’ın zehirlenerek öldüğü saray. Kendi eşi ve oğlu zehirliyorlar Alaaddin Keykubad’ı. Bir av eti sunuyorlar sıcak sıcak. Keykubat zehirlendiğini anlıyor fakat karısı ve oğlu tarafından zehirlendiğine o kadar üzülüyor ki orada tonozlu bir yer var gidip orada ölüme terk ediyor kendini. Sonra Yozgat Kalehisar kazısı yaptık. Orada Osmanlı öncesi keramik fırınlar bulduk. Sonra İznik kazılarına başladık. Sistemli olarak İznik kazılarına devam ettik bugün de hala yardımcılarım devam ettiriyorlar.

Bu kazılardan hangisinin sizin için ayrı bir yeri var?

İznik kazıları çok mühim. Çünkü o zamana kadar yalan yanlış bilinen bilgiler kazılar sonunda doğrulandı ve hepsinin ne olduğu açıklandı esaslı olarak.

Bu kazılar sonucu İznik’te çinicilik tekrar başlamış.

Biraz da öyle oldu. Bir sanat dalı yeniden doğdu.

Türkiye’de sanat tarihinin kurucusu
Sanat tarihi alanında dünyanın sayılı isimlerindensiniz. O dönemde Türkiye’de sanat tarihi bölümü yoktu. Nasıl oldu da sanat tarihçisi oldunuz?

Evet, sanat tarihinin adı bile yoktu burada. Edebiyat Fakültesi’nde dört bölüm vardı: tarih, edebiyat, felsefe, coğrafya. Ben orada okudum. Üniversite reformunda hocaların çoğu Hitler’den kaçan Almanlar. O şekilde mezun olduk. 1938’de bakanlık bir Avrupa imtihanı açtı. Türk İslam Sanatı ihtisası yapmak üzere Avrupa’ya bir öğrenci gönderilecekti. Bu imtihanı kazandım. Sanat tarihine bu şekilde girdim. O zamana kadar sanat tarihi bilinmezdi.

Nasıl bir alan olduğunu bilerek mi seçtiniz?

Türk İslam Sanatı deyince tahmin ediyordum az çok. İmtihanı kazanınca sanat tarihçisi oldum. İmtihan önemli, kazanmasaydım sanat tarihiyle alakam olmayacaktı.

EĞİTİMİNE SAVAŞ ENGELİ
O yıllarda Avrupa’da okumak zor olsa gerek…

O zaman Avrupa’ya Köstence üzerinden gidiliyordu. Berlin’e gittik. Talebe müfettişi Reşat Şemsettin Sirer bizi karşıladı. O zaman Hitler hakimdi. Yahudiler kapılarında sarı yıldız olan damgalı evlerde oturuyorlardı. Öyle bir evde kiracı olarak oturmaya başladım. Her gün bir Alman hanımdan ders alıyordum. Çalışmalara devam ederken baktım ki Berlin’de çok Türk talebe var. Biz hep Türkçe konuşuyoruz. Reşat Şemsettin Sirer’e “Hiç Türkçe konuşulmayan bir yere gidersem orada daha rahat Almanca öğrenirim” dedim. Bunun üzerine beni Marburg’a gönderdi. Orada üniversiteye devam ediyorum fazla anlamadığım halde. Bir taraftan da Almanca çalışıyorum. 1940 senesinin başında savaş patlak verdi. Bütün Avrupa’daki talebeler hepsi Münih’te toplandı ve geri geldik.

Yarım mı kaldı tahsiliniz?

O zaman için evet. Ben gelir gelmez yedek subay okuluna müracaat ettim. 6 ayda mezun oldum. Kurayla kıtalara gönderiliyoruz, bana Mardin’in kazası Midyat çıktı. Orada yedek subaylığa başladım asteğmen olarak. Dönemin sonuna doğru bakanlıktan benim ev adresime bir mektup geliyor. “Tahsilinizi tamamlamak üzere tekrar Avrupa’ya gitmeniz kararlaştırılmıştır. Bakanlığa müracaat ederek harcırahınızı, pasaportunuzu alıp görevinizin başına gitmeniz gerekiyor.” O zaman Reşat Şemsettin Sirer Yüksek Tedrisat Müdürü. Doğru oraya gittim. Bir asker selamı çakarak “Yarım kalan tahsilimi tamamlamak üzere tekrar Almanya’ya gitmek için size geldim” dedim. “Olur mu savaş var” dedi.

VİYANA’DA SANAT TARİHİ
Ama sizi çağırmışlardı?

Ben de “Bakanlıktan mektup geldi” dedim. Görevlileri çağırdı böyle bir mektup var mı diye. Bulup getirdiler o zaman tamam dedi. Ben yüksek öğretmen okulunda okurken müdürümüz olan Hamit Olgunsu Edebiyat Fakültesi’nin Dekanı olmuştu. Yakından ilgilendi. Reşat Şemsettin Sirer’le acele muamelemi tamamladılar. Ben bu defa araştırma yaptım. Türk İslam Sanatı ihtisası için en iyi yer Viyana Üniversitesi çıktı. O zaman Almanya Viyana beraberdi. Dünyanın en esaslı sanat tarihi enstitüsüydü.

Hocam Türkiye’de Türk İslam Sanatı konusunda hiçbir şey yok. Viyana’da kürsü var. Bu nasıl bir çelişki?

E durum bu. Sanat tarihinin adı yok ki nerede kaldı Türk İslam Enstitüsü olsun. (kendi yazdığı kitabı gösteriyor) Ama sonra liselerde ve imam hatiplerde bu kitap okundu bugün bile hala okunuyor.

İKİNCİ ASKERLİK MACERASI
Peki Türkiye’de dönünce Türk İslam sanatı ihtisası yapmış biri olarak bir şey yapabildiniz mi? Ne de olsa sanat tarihi bölümü yok.

1943’te doktoramı tamamlayıp döndüğümde İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi bölümü yeni kurulmuş. Güzel bir şans eseri Viyana’daki hocam Prof. Ensdith davet edilmiş bu enstitünün başına. Tabi Prof. Ensdith beni hemen yanına asistan aldı biz sanat tarihi öğretimine başladık. Fındıklı’da Güzel Sanatlar Akademisi’nin yanındaki binada Türkiye’de sanat tarihi öğretimine başladık. Şimdi o binanın kapısında bir plaket var. “Türkiye’de sanat tarihi dersleri ilk defa bu binada Prof. Ensdith ve Aslanapa tarafından başlatılmıştır” diye. 1945’te savaş durumu karıştı biz sembolik olarak savaşa katıldık. Bütün Alman hocalar enterne edildi. Prof. Ensdith de Kırşehir’e gönderildi. Beni de 2. defa askere aldılar.

Ya fakülte?

Her şey yüzüstü kaldı bir müddet. 1946’da barış imzalanınca hocalar görevlerine döndüler. Ben de terhis oldum. Tekrar öğretime başladık. Fakülteye gelmek isteyen bazıları Prof. Ensdith aleyhine kampanya başlattılar. 1949’da mukavelesi uzatılmadı. O gittikten sonra sanat tarihi dersleri biraz aksadı tabi. Başka bir Alman Prof. geldi. 1960’a kadar böyle idare ettik. 60’da ben profesör oldum. Bütün enstitü idareme geçti ve kazılara başladık.

NİCK THOMKİNS İLE YAPILAN SÖYLEŞİ

İsviçreli tasarımcı Nick Thomkins son otuz yıldır tasarım dünyasının öncü isimleri arasında yer alıyor. Her ne kadar o, bu sıfatla adlandırılmak istemese de yaptıkları uzun süredir kendisinden sonra gelenlere ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.

Bir süredir Ying Yang koltuk tasarımıyla gündemde olan Thomkins yıllar içinde pek çok büyük markayla çalıştı. Tasarım dünyasına adım atmadan önce güzel sanatlar okuyan Thomkins bunun semerisini sektörde var olan kural ve inanışları tepetaklak eden işlevselliğe öncelik veren tasarımlarıyla görmüş. Ying Yang koltuk tasarımıysa ünlü tasarımcının birikimlerinin bir araya geldiği en önemli yapıtı olarak karşımızda duruyor.

O’Design’dan Oya Oğurcu’nun konuğu olarak kısa süreliğine İstanbul’da bulunan Thomkins burada genç tasarımcılarla bir atölye çalışması gerçekleştirecek. Biz de bu fırsatı kaçırmadık ve kendisinin tasarım, sektör, üretim gibi birbirine bağlı süreçler hakkındaki görüşlerini paylaşmasını istedik. Ancak tabii ki ilk olarak Ying Yang koltuk tasarımının ortaya çıkış hikâyesini konuştuk.

Ying Yang koltuk tasarımınız için size ne ilham verdi?
Çok basit. Sadece farklı bir süreç içinde tasarım yapmayı düşündüm. Bir koltuk tasarlayacağınız zaman öncelikle oturma yerini ve arka kısmını tasarlarsınız. Sonra da etrafındaki yapıyı tamamlarsınız. Ying Yang’la birlikte işler tamamen tersine döndü. Büyük bir taşı alıp yontarak iki kişi için konforlu bir koltuk haline getirme fikrim vardı. Tabii ki taşa baktığınızda her iki koltuğun da aynı yöne baktığını görebilirsiniz veya Ying Yang konsepti sayesinde ikiye ayırıp birbirinize de bakabilirsiniz. Genel fikir ortaya çıktığında biri gelip “birbirimize bakarken direkt karşıya mı bakacağız” diye sordu. Ben de bunun üzerine koltukları biraz daha birbirine döndürdüm ve bu sayede koltukta oturan iki kişi direkt birbirine bakar hale geldi. Bunun üzerine belki iki ayrı boşluk olmasının hoş olabileceğini düşündüm. Bu yüzden iki bölüm yapıp farklı renkler kullandım. Biri de görüp “bu Ying Yang’a benzemiş” dedi. Öte yandan taşı oyup konforlu hale getirmekle ilgili ana fikirse plajda gördüğüm yüz yıllardır suyun altında kalmış kayalardan geldi. Bu kayaların üstüne bir küvet gibi oturabiliyordunuz. Ben de bunun bir mobilya için hoş bir tasarım yaklaşımı olacağını düşündüm.

– Üretim kısmının da bir hayli ilgi çekici olduğunu düşünüyorum. Koltuğu yaparken kullandığınız fiber yaklaşık 4 bin metre uzunluğundaymış.
Geometrik bir şekil olmadığı için, içinde birbirini takip eden hiçbir açı yoktu. Bu yüzden bir seri üretim maddesine dönüştürülmesi de fazlasıyla zor olacaktı. Daha önce yapılmamış bir şeydi. Şeklin temel yapısını ortaya çıkarmak için öncelikle kalıbını inşa edip üzerine fiberi sardık. Kalıp bir küvet gibi ortaya çıktığında fiber için bir gidiş yönü belirlemeliydik ki sürekli bir şekilde kalıbı fiberle kaplayabilelim. Bu yöntemle sırf bütün kalıbı kaplamayı başarmakla kalmadık. Aynı zamanda ortaya çıkan yapıya bir yön de vermiş olduk. Böylece bu da var olmuş en ilginç tasarım projelerinden biri oldu.

– Ying Yang felsefesiyle önceden haşır neşir miydiniz?
Bu süre içinde artık iyice haşır neşir hale geldim. Çünkü insanlar “bak bu Ying Yang’a benziyor” demeye başladı. Böylece enerji, Çin felsefesi gibi konular hakkında konuşur hale geldik. Ayrıca işin içinde tesadüfler de vardı. Bir Çinli doktorla konuştuğumda “Ying Yang’da sadece iki renk, siyah ve beyaz var” dedim. “Evet, öyle çünkü bu felsefe yayılırken baskı teknikleri sadece siyah-beyaz baskı için elverişliydi. Ancak Çin felsefesinde Ying koyu renk Yang’sa açık renk. Aslında Ying bronz, Yang’sa gümüş renkte” diye cevap verdi. Bu dediğine inanamadım çünkü biz de birkaç hafta önce tasarımı tam da bu renklerde yapmaya karar vermiştik. Çünkü ortaya çıkan yapı tasarımdan daha çok bir heykeli andırıyordu. Tamam ben bir tasarımcıyım ama öncesinde üniversitede sanat okumuştum. Uzmanlığımsa bahçe heykelleri üzerineydi ve bronz heykeller yapıyordum. Bu hoş bir tesadüftü, çünkü dokunduğunuzda temiz bir metal sesi veriyor. Ying Yang felsefesi sesle de yansıtılmış oluyor.

– Üniversitede sanat okumak tasarım anlayışınıza ne kattı?
Ben tasarım yapmaya başladığımda tasarımda biçimin işlevsellikten önce geldiğine yönelik bir çeşit kural vardı. Ben bunun o kadar da gerekli olduğundan emin değildim. Bu yüzden kendime biraz özgürlük tanıdım ve işlevselliğin şekli oluşturmasına olanak verdim.

– 1983’te ilk ofisinizi açtığınızda tasarım sektör için ne ifade ediyordu?
Eğer demin dediğim yaklaşımı teorik olarak ele alırsanız. Normalde elinizde güzel bir şekil olur ama bu onun bir duygu ya da his taşıdığı anlamına gelmez. Baktığınız zaman fazlasıyla tasarlanmış bir dünyada yaşıyoruz. Bir ürünü satın almak için gerekli olan sebep her zaman işlevsellikle ilgili olmuyor. Ayrıca bu bahsettiğim duygu ve his tarafından da tetikleniyor. Bir ürüne baktığımızda mükemmel bir mühendislik ve işlevsellikle karşılaşıyoruz. Aynı zamanda aynı ürünün çok sayıda çeşidini bulmak da mümkün. O zaman niye şu veya bu ürünü tercih etmemiz gerekiyor. Öbür ürünü değil de bu ürünü seçmemiz için geriye kalan sebep görüntü oluyor. Görüntü de sadece işlevsellikten değil aynı zamanda estetik kaygılardan da türemiş oluyor. Estetik ve duygusal bakış açısı tasarım ve pazarlama ürecinde her geçen gün çok daha fazla rol oynuyor. Bence bu temelini sanattan alıyor. İşlevsellik ya da mühendislikten değil.

– Bir tasarımcı olarak gelecekte neye ulaşmak istersiniz?
“Gelişen ve gelişmekte olan” ülkelerin tasarım transferiyle ekonomik sisteme kalıcı uyumluluğunu sağlamak.

– Burada bulunma nedeninizden de bahsedebilir misiniz?
Burada O Dizayn’ın davetlisi olarak bulunuyorum. İstanbul’da Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen 150 tasarım öğrencisiyle bir atölye çalışması gerçekleştireceğiz. Hepsi 3 metreye 3 metrelik bir kübe uyacak standartta bir ürün tasarlayacak. Ortaya çıkacak şeyleri merakla bekliyorum. Ayrıca kendi kariyerim açısından farklı alanlara bakmanın oldukça ilham verici olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan İstanbul’da bulunmak benim için oldukça faydalı bir deneyim olacak. Bir de bizimle çalışmak isteyecek iş ortakları var, ona bakacağız.

Model olmayı çocuklarım istedi

– Çok fazla seyahat ediyorsunuz. Bir tasarımcı için bu bir zorunluluk mu?
Üreticilerle bire bir ilişki kurmayı seviyorum. Seyahat etmek, daha fazla insanla tanışmak ve uluslararası alanda daha fazla ilham edinmek anlamına geliyor. Öte yandan her yeni ürün aynı zamanda yeni bir çocuk gibi. O yüzden her iyi babanın yapması gerektiği gibi ben de doğum sırasında orada olmalıyım ve işin aslı bu süreç içinde gittikçe daha da çok meraklanıyorum. Bu bahsettiğim türde yaratıcılığı uzak mesafeden edinemezsiniz. Yarattığım şeyi görmek, ona dokunmak ve onu ortaya çıkaran insanlarla iletişim kurmak istiyorum. Bu yüzden oraya gitmek önemli ama tabii ki yeni sosyal medya mecraları da seyahatlerimin sayısını azalmasına yardımcı oldu. Çünkü daha fazla seyahat aynı zamanda daha fazla çevre kirliliği demek. Yine de bir ürün hâlâ insan yapımı bir şey ve onu yapanlarla iletişimde bulunmak fazlasıyla önemli.

– Gerçek çocuklarınıza gelirsek, her ikisi de Prada gibi büyük markalar için modellik yapıyor. Siz onları bu mesleği yapmaları için cesaretlendirdiniz mi?
Onları bu mesleği yapmaları için cesaretlendirmedim. Sadece kendi kariyerleri üzerinde çalışmaları için yönlendirdim ama asla onlara modellik konusunda baskı yapmadım. Şu anda uluslararası bir model olan küçük oğlum Lucien’in model olması tamamen tesadüf eseriydi. Bir ajans tarafından sokakta yürürken keşfedildi. Tamamen kendi başına ilerledi. Bana sadece sorduğu şuydu, “Yalnız bu mesleğe mi odaklanmalıyım yoksa okulumla birlikte mi sürdürmeliyim.” Ben de okulunu bitirmesinin ve sonra üniversiteye başlamasının daha iyi olacağını söyledim. O da öyle yaptı. Üniversiteyle birlikte modellik kariyerini de yürütmeyi başardı. Sonra abisini de aynı ajansa götürdü, o yüzden benim pek bir şey yapmama gerek kalmadı. Ancak mutlaka onları cesaretlendirmişimdir. Çünkü anneanne ve dedelerinize baktığınızda sadece tek bir resim görürsünüz. Belki de 20 ya da 30 yıl içinde baba olduklarında çocuklarım da, çocuklarına benim resmimi gösterir ve torunum da benimle gurur duyabilir.