HEDİYE TASARIMLARININ ÖNCÜSÜ

Hatice Armağan, günlük hayatta sıkça karşılaştığımız ürünler ve servislere yeni değerler ve kaliteler kazandırarak onları güçlendirmeyi felsefe edinmiş genç bir beyin. Son günlerde ofisler için aksesuarlar hazırlıyor…

Her tasarımın bir hikayesi olmalı mı?
Her tasarımın ayrı bir kimliği olmalı; farklı problemleri çözmeye odaklandıkları, hem de farklı bir bakış açısını yansıttıkları için. Malzeme, teknoloji ve kullanıcı beklentisi ile uyumlu alt yapıya, tasarım yaklaşımımı destekleyen çözümler ekliyorum. Tasarımcıların geçmişte tasarladıkları değil, gelecekte tasarlanmayı bekleyen ürünlere odaklanmalarını doğru buluyorum. Yaptığınız işlere eleştirisel bakmanız, sizi hep daha iyisini yapmaya teşvik edecektir.

 

 

İlham kaynaklarınız neler?
Algılarımı yakalayan her şey olabiliyor; doğa, farklı kültürler, aşk, şehirler, kaybolduğun bir sokak, trafik, insanlar, ihtiyaç, öfke, etkileyici bir film, çikolata, sonbahar, güzel bir kadehte şarap. İlham kaynağı konusunda İstanbul’da yaşadığım için kendimi çok şanslı buluyorum. Beslenecek o kadar çok kültür, kimlik ve kaos var ki. Çok seyahat ettiğim için farklı şehirler, anlar ve yaşamlardan da beslenebiliyorum. İlham kaynaklarınız neler?

 

Sizin tasarımlarınız kahramanı kim?
Bazen hitap edeceğim tüketici, vermek istediğim mesaj, üretim detayı, malzemesi bile kahramanı olabiliyor; bazen de ben.

Şu aralar ne üzerine çalışıyorsunuz?
Adell Armatür ile üç armatür ve bir aksesuar serisi çalıştık, seri üretim aşamasındayız. Perla ile birlikte mikrofiber temizlik ürünü üzerine çalışıyoruz ve üretim aşamasına geldik. Heyecanla son detayları belirliyoruz. Mas Büro ile birkaç yeni ürün üzerine çalışıyoruz; onları da önümüzdeki günlerde kullanıcı ile buluşturacağız. Tüm tasarımdaki genel proje yaklaşımımı özetlersem; günlük hayatta karşımıza sıkça çıkan objelere, servislere ve deneyimlere yeni bir değer ve kalite kazandırarak kullanıcıyı, estetik, fonksiyonel objelerle tanıştırmayı amaçlıyorum.

Yakın gelecekte sizi çok heyecanlandıran bir proje var mı? Nerelerde karımıza çıkacaksınız?
Craft Design Tecnology isimli Japon bir müşterimle masaüstü çalışma alanlarına yönelik keyifli bir proje var. Craft Design Tecnology, Azzami tarafından kurulan bir çalışma alanları için yaratıcı, fonksiyonel ve yenilikçi ürünler tasarlayan bir marka. Ayrıca Plus One ve CDT ile Japonya pazarında, Mas 808 ürünü ile SFMOMA’da olacağım.

 

 

MARTİ GUİXE’N TASARIMLARI HAKKINDA YAPILAN RÖPORTAJ

Yemek tasarımından konsept tasarımına birçok alanda şaşırtıcı projeler üreten Marti Guixé’ye tasarımlarının altında yatan düşlerini anlattı…,

İç mekanlardan ürünlere birçok tasarıma imza atıyorsunuz fakat kendinizi ex-tasarımcı olarak tanıtıyorsunuz. Ex-tasarımcı neyi ifade ediyor?
“Yiyecek Tasarımı” diye bir alanın yaygın olmadığı 1997 yılında, ilk yiyecek tasarımın Spamt’i segiledim. Bu ürün, siz başka işlerle uğraşırken tüketebileceğiniz bir “atıştırmalık” tasarımıydı. Tasarım dünyasından birçok eleştirmen Spamt’ın bir tasarım olmadığını söylediler. Böylece farkettim ki, çoğunun gözünde tasarım disiplini biçimleri referans alan mobilya tasarımıyla sınırlıydı. Ben de kendime ex-tasarımcı diyerek kalıplarla sınırlandırılan tasarımcı kimliğimi geride bıraktım ve her dilediğimi tasarlama özgürlüğüne kavuşmuş oldum.

Sıklıkla kullandığınız “dekorasyon malzemesi olarak bilgi” kavramını açıklayabilir misiniz?
Benim, ex-tasarımcı olarak üzerinde çalıştığım en önemli malzeme “bilgi”. Konseptler ve fikirler geliştirebileceğim bilgiyle çalışmayı, somut malzemelerle ve biçimlerle çalışmaya tercih ediyorum. Bu nedenle 2000 yılından bu yana bilgiyi bir dekorasyon malzemesi olarak kullanmaya ve bilgi aktaran dekorasyonlar, tasarımlar yapmaya çalışıyorum. Bu parametrelerle gerçekleştirilmiş projeler iletişimde çok daha etkili oluyor ve çok daha çağdaş bir tasarım yaklaşımı sergiliyor.

Sizce konsept tasarımının markanın değerini artırma açısından nasıl bir önemi var?
Bence herşey daha fazla markalaşmaya başladı. Örneğin şehirler; onlar da birer marka oldular. Yalnızca ürün yapan firmanın hiçbir ruhu yoktur. Marka ise ruha ve duruşa bağlıdır. Tasarımcının markayı anlatmak için ürettiği tek bir nesne, mekanları için seçtiği tek bir renk ya da duvarlarında uyguladığı tek bir grafik bile bu duruşu topluma ileterek markanın değerini artırmaya yardımcı olabilir.

İç mekan/ dış mekan, yerel/küresel kavramlarını nasıl ele alıyorsunuz?
2001 yılında MOMA’da sergilenen HIBYE projemde yer alan en önemli söylemlerden biri; “heryeri iç mekan olarak düşünün”dü. Eğer kentsel mekanı evinizin bir uzantısı olarak görürseniz ve kentleri birer iç mekan olarak kabul ederseniz her yerde evinizde hissedebileceğinizi anlatmak istedim. HIBYE’nin ilk kuralı da buydu. Dış mekan ilişkilerin, ele alan bir kaç projem daha oldu. FoodBank, Urban, Post-it, Kitchen binaları bunların arasındadır.

Son dönemde tasarımın hangi alanları ilginizi çekiyor?
İşletmeler için etkileşimli platformlar ve alt yapılar yaratmak fikir olarak beni çok etkiliyor ve de ilgimi çekiyor. Bence bu alanda yapılacak hala çok şey var. Bence günümüz tasarımı, fiziksel olmayan ürünler geliştirmeye ve çağdaş dünyanın karmaşasıyla yüzleşip, sorunlarıyla uğraşmaya daha açık olmalı.

 

 

YENİ TASARIMLARI İLE İNCİ MUTLU

İtalya Türkiye arasında yaşayan genç tasarımcımızdan İnci Mutlu’nun tasarladıkları ürünler arasında ev ve ofis mobilyaları, vitrifiye ürünler, metal yapı aksesuarları, mutfak, günlük plastik ürünler, züccaciye ve aydınlatma elemanları yer alıyor. Şu anda Türkiye, Almanya, Belçika, Tayvan ve İtalya’dan firmalarla çalışan Mutlu ayrıca Vitra Eczacıbaşı, Hisar, Nurus, Tunaofis ve Ev, Handles, Koziol, Jongform, Grande Arredo, Restonic, Winston, Arçelik gibi ve daha çok firmaya projeler üretti.

Tasarım kavramı ile ilk nezaman tanıştınız?
Tasarım kavramı ile ilkokuldayken annemin eve aldığı Türkiye’de çıkan ilk Ev&Dekorasyon dergisi ile sonra yine ben küçükken abone olduğumuz National Geographic ve House&Garden dergileriyle tanıştım. Yine ilkokuldayken çevreyi güzelleştirmeye meraklıydım, sürekli sokaktan malzeme toplayıp eşya icat ederdim, tabii çok anlamsız objeler olurdu. Hep bişeyleri kesip biçerdim. Tüm ailemiz doktordu yani bana yol gösteren yoktu. Ama hiç karışmazlardı. Salonun, kendi odamın dekorasyonunu kafama göre her hafta, her gün, canım sıklıdıkça değiştirirdim. Lisede Orta doğu Teknik Üniversitesi, Endüstri Tasarımı bölümüne girmeye karar verdim. Bu sebeple ikinci basamak sınavına bile girmemiştim, hatta başka okulların veya bölümlerin sınavına bile girmedim. Ne istediğimi iyi biliyormuşum yani.

Akademi yıllarınızdan bahseder misiniz?
Akademi tasarımın ne olduğunu anlamakla geçti. Orta doğu Teknik Üniversitesi’ndeki yıllarımda hocalarıma bitmez tükenmez sorularımla, sınıf arkadaşlarımla tartışarak bu sırrı çözmeye çalışıyorduk.

Profesyonel hayata atılmaya başladığınız yıllardan bahsedebilir misiniz?
Her zaman bir şeyler tasarlardım, projeyi ürettim, ne zaman profesyonel oldum farkında bile değilim, mezun olunca proje ödevi veren yok tabii ben de piyasadan, fabrikalardan hemen kendime daha çok yapacak proje aradım, biri bittikçe diğeri geldi, yani üniversiteye başladığım 1990 yılından beridir proje yapıp ürün üretiyorum. Aradaki geçişi hatırlamıyorum bile. Amacım hep iyiye gitmek oldu.

İtalya ile olan bağınızdan, oradaki çalışmalarınızdan, ortaklıklarınızdan söz edebilir misiniz?
Yaklaşık 7-8 yıldır İtalya’da çalışıyorum. Hem burada olmayı hem Türkiye’de olmayı kesinlikle tercih ediyorum. Sürekli dünya ile ilişkide olmam lazım, sürekli dünya fuarlarını ve pazarlarını biliyor ve geziyor olmam gerekiyor. Tasarımcı olmak bilgi, görgü gerektiriyor. Yoksa müşterinize danışmanlık yapamazsınız. Vizyon olarak hep önde olmak durumundasınız. Niye İtalya derseniz; Rönesans İtalya’da yapıldığı için sanat ve tasarımda en birikmiş tecrübe burada. Bu sebeple İtalya’da gelişmiş bir endüstri var. Gelişmiş endüstri demek de yüzyılların tecrübesini bir nebze de olsa, olabildiği kadarıyla öğrenmek anlamına geliyor. Burası joistik olarak da çok uygun bir yer. Buradan hem Türkiye ile hem de Avrupa ile çalışabiliyorum. İtalyan insanı da hem sosyal, hem neşeli, hem usta, hem yaratıcı aynı zamanda dünyanın en yardımsever milleti. Türkler ise dünyanın en misafirperver insanları.

Yurtdışında olmak mesleki vizyonunuzda bir değişikliğe yol açtı mı, size neler kattı?
Yurtdışında ama Türkiye’den teknolojik olarak daha da iyi gelişmiş ülkelerde bulunmak ve çalışmak tasarımcı için bir gereklilik. Çünkü endüstriye hizmet veriyorsunuz. Firmalar vizyonu olan, bazı konularda onlara yol gösteren daha iyi bilen tasarımcılarla çalışmak istiyorlar.

Tasarımlarınızı oluşturma süreçlerini bizimle paylaşır mısınız? Öncelikleriniz neler, fikirleriniz hangi aşamalardan geçiyor? Tasarımlarınızın kullanılabilir olması sizin için önemli midir yoksa salt bir sanat yapıtı olarak da düşündüğünüz oluyor mu?
İşlev benim için çok önemli. Yeni bir fikir yaratmak da çok önemli. Tasarladığım objelerin hersi aradan on yıl geçmiş olsa da hala piyasada kalmaya ve satmaya devam ediyor.
Tasarım yapmanın benim için anlamı insanları mutlu edebilmek ve özgür kılabilmek. Nelerin bizi mutlu ettiğini, yüzümüzün nasıl güldüğünü gözlemliyorum, okuyorum, düşünüyorum.

Kıstaslara gelince; Ürünün iletişimi kuvvetli olmalı ve yeni bir fikir içermeli. Kullanıcıların dikkatini ancak bu şekilde çekebilirsiniz. İletişim demek; ürünün kendini anlatabilmesidir. Yeni olan herşey kabul görmek zorunda değil elbette, kullanıcıların, ilk bakışta seveceği ürünler olmalı. Bunların dışında ürünün fonksiyonel olması, ergonomik ve kolay üretilebilir olması ben dahil her tasarımcının taşıması gereken sorumluluklar. Onun dışında tasarım yaparken tecrübe önemli. Çok araştırma yapmak ve çok denemek gerekiyor yeniyi yaratabilmek için. Gördüğüm her şey bana fikir verebiliyor. Bol bol gezmek gördüğüm herşeyi incelemek, fotoğraf çekmek, okumak, çok soru sormak kafamdaki fikir bankasını geliştiriyor.

Elle Decor, Viridian Tasarım, Altın Ambalaj ve Ulusal Mobilya gibi yarışmalara katıldınız ve birincilik ödülünü kazandınız. Bu ödüllerin size ne ifade ettiklerinden söz edebilir misiniz?
Tatmin edici bir duygudur takdir görmek ama mutluluk getiren çok önemli birşey de değil ödül almak. Sanırım müşterilerim için daha önemli. Çalıştığım firmalara ödül getirmek isterim açıkcası. İşte bu beni mutlu eder.

 

ÖDÜL ALAN TASARIMLAR

International Design Awards 2008 kazananları açıklandı…

52 Ülkeden 1000 tasarımın yarıştığı Uluslararası Tasarım Yarışması, vizyon sahibi tasarımcıları kutlamak, yeni ve yükselen yetenekleri keşfetmek ve tasarımın dünya çapında takdir edilmesini sağlamak amacıyla Amerika’da düzenleniyor.

IDA 2008 ‘e katılan işler, aralarında Dwell.com’un kurucusu ve baş editörü Michael Connel, Rhode Island Üniversitesi Tasarım Bölüm Başkanı Prof. John Dunnigan, A+R Designeş başkanı Andy Griffith, Elle, Harper’s Bazaar gibi dergilerin baş editörlüğünü yapan Rose Apodeca ve İtalyan moda tasarımcısı Federico Rocca’nın da bulunduğu 50 kişilik seçkin bir jüri heyeti tarafından değerlendirildi.

Uluslararası yarışmaya, bu sene 52 ülkeden katılım oldu.

IDA’da dünya çapında yapılmış çalışmalar içinden problemlere karşı en akıllı çözümleri üreten yaratıcı projeler ödülendiriliyor.

İDA Jürisi bu yıl Graffiti’den Elif Özgüzelbaş’ı Has Halı kampanyasıyla basın reklamı dalında birinciliğe, Zeynep Taşçı’yı İDO Yolcu Profili ve İDO 2008 Şirket Profiliyle Başarı ödülü’ne layık gördü.

MİMARLIK HAKKINDA GÜZEL BİLGİLER

Benotton’un İstanbul Suadiye ‘deki mağazasının mimari ve iç mimari projesini tasarlayan İtalyan mimar Piero Lissoni, mimarlığın insani boyutunu sorgulamamızı öneriyor.

Suadiye Benetton, United Colors of Benetton’un Milano’da gerçekleştirdiği “Çok yakında…” sergisine katılan tasarımlar arasından hayata geçirilen ilk proje olma özelliğini taşıyor.

Benetton’un İstanbul projesine ne zaman başladınız, yer nasıl seçildi?
P. Lissoni: Üç yıl önce Luciano Benetton ile görüştük ve bana şu anki mağazanın yerini gösteren bir plan verdi, planı alır almaz İstanbul’a geldim ve Benetton binasının yer alacağı alanı tek başıma gezip projeyi kafamda şekillendirdim. Kasım 2007’de projeye başlamıştık.

Çok sayıda çeşitli müşterilerle çalışıyorsunuz, hiç düşündünüz mü neden sizi seçiyorlar?
P. Lissoni: Beni seviyorlar çünkü benim bakış açımı seviyorlar, benim farklı yüzüm olduğunu biliyorlar; bir tanesi anarşist diğeri ise rasyonel. Bir tanesi son derece otokontrol sahibi diğeri ise tümüyle yoldan çıkmış. Belki bu nedenle beni seçiyorlardır. Ve en önemlisi de projelerde elde edecekleri sonucu az çok biliyorlar. Her projemize küçük sürprizler ekliyoruz ve müşteriler bu durumu dört gözle bekler oldular. Bunlar tuhaf sürprizler değil, sadece yemeğe birazcık baharat eklemek gibi bir şey. Örneğin; Benetton projesindeki sürpriz, kuruları çevreleyen metal ön cepheyi boyamadan bırakmaktı. Bir çok insan mağazanın dışını gördüğünde henüz tamamlanmadığını düşünecek, fakat bu cephe zamanla oksitlenerek renk değiştirerek tamamlanacak.

Kutu fikrine nasıl karar verdiniz?
P. Lissoni: Mağazanın bulunduğu alanı inceledikten sonra kutu fikri benim için bir bakıma mimari zorunluluk olarak doğdu. Binanın arka tarafında ailelerin yaşadığı bir apartman, yan tarafında başka bir mağaza var. Bu şekilde hem sokağa açık ön cephe ve etraftaki komşulara saygı duyduğumuzu gösteren arka cephe tasarladık.

Dubai’de yapılan mimari projeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
P. Lissoni: Dubai benim favori bölgelerinden birisi değil. Bence mimarlık tümüyle insan ölçeğiyle ilgili. Bu şu anlama geliyor; mimarlık insanlıkla bağlantı kurmalı ve insanlarla iletişim içinde olmalı. Bazı mimarlar ve yapılar insanlarla bağını tümüyle koparıyor ve agosantrik fikirleri yüceltiyorlar. Benim için mimarlık insanlık sanatı. Ben girdiğim yapının içinde kendimi insanlıktan kopuk, tuhaf hissetmek istemiyorum. Fakat bu tarz mimari kurgular dergiler, gazeteler için iyi bir malzeme oluşturuyor.

 

 

ONUR AYGENÇ İLE TASARIM HAKKINDA SÖYLEŞİ

Milano Mobilya’nın tasarımcılarından Onur Aygenç, IMOB 2009 Tasarım Yarışması’nda “Monura” yemek takımı ile birincilik kazandı…

Monura yemek odası tasarımın ile IMIB’da 1.’lik ödülü aldın. Beklediğin bir ödülmüydü?
Hem evet hem de hayır. Beklemiyordum aslında. Çünkü, tasarıma başlarken herhangi bir fuar yada yarışma kaygısına kanalize olmamıştım. Amacım gerçekten farklı yaklaşıp kendimi kendime kanıtlamaktı. Yarışma sonuçları açıklanırken de bekliyordum. Çünkü, birileri benim onlara göstermeye çalıştığım “görsel lezzeti” tatmış olmalarını umdum. Başka bir tasarımcıdan hiç esinlenmeden tasarlandığından dolayı “özgürlüğü ve “ruhu” konusunda da içim rahattı.

İsmi nerden geliyor?
İlk üretilen tasarım olduğu için, içinde ismimden bir parça olsun istedim. “Milano Onur Aygenç” in bir kısaltması olduğu gibi aynı zamanda da Latince’de kanatsız böceklerin alt sınıfının karşılığıdır.

Öğrencilik yıllarında kimlerden etkilendin?
Pater Eisenmann, Mickey Muenning, Frank Lloyd Wright, lan Mcharg, Ludwig Mies Van Der Rohe, Arne Jacobsen, Alexander Calder, Michelangelo, Walt Disney, Karim Rashid, M.C. Escher, Gustav Klimt, Tadao Ando, Zaha Hadid, Osman Soykut, Tanjı Özelgin, Can Yalman, Koray Malhan… vs.

Tasarım dünyasını gelecekte neler bekliyor?
Gelecekte çok değişik akımlar, daha çok doğu batı sentezleri globelleşen dünyada mekan ürün anlayışına hakim olacaktır. Ürünlere teknolojik gelişmelşere bağlı olan wireless, LCD… gibi entegrasyonlar artacaktır. Şöyle ki, her zaman kazanan, insanı düşünen, ne egosal ne de ticari saplantısı olan, insan beden ve ruhunun dış dünyayla iletişimini kurgusunu artıran “şeyler” olacaktır.

 

 

ROSS LOVEGROVE İLE TASARIM HAKKINDA RÖPORTAJ

Tasarım dahisi olarak anılan Ross Lovegrove, saf biçimler oluşturma arayışında kullandığı yeni malzemeler, formlar ve teknolojilerle özgün tasarımlara imza atıyor.

Çalışmalarında organik formlar ve doğanın yansımalarıyla yakında ilgilenen tasarımcı, Vitra için tasarladığı İstanbul ve Mod koleksiyonlarından sonra son tasarımı Freedom’ı ilk kez ISH 2009’da sergiledi. Dünyaca ünlü İngiliz tasarımcı, Vitra ile gerçekleştirdiği çalışmaların 3. sergisi olan “Freedom” ile pürüzsüz hatlara sahip bir heykeli andıran formda, alışılagelmiş çizgilerden uzak bir tasarım sunarak banyolara özgürlük getiriyor. “Az çoktur” felsefesiyle tasarımlarına hayat veren Ross Lovegrove ile Vitra için yaptığı koleksiyonlar ve tasarım hakkında sohbet ettik…

Vitra ile tasarım anlamındaki buluşmanız ve “banyo tasarımı” hikayeniz nasıl başladı?
Vitra bana ilk olarak “Ross Banyosu” yap dediğinde, açıkçası ne yapmam gerektiği konusunda biraz kararsız kaldım. Çünkü onlar benden ne olacağını biliyordu ama ben ne vereceğimi kestiremiyordum. Çalışmalara ilk başladığımda ilk olarak limitleri nasıl zorlayabiliriz, malzemeye nasıl farklılık katabiliriz diye düşünerek hassas gözlemler yaptım. 6 yıldır beraber çalıştığım Vitra, beni her zaman tasarımlarımda özgür bıraktı. Bu tasarımcı için rüya gibi gibi bir durumdur. Çünkü karşılıklı güven sağlandığında istediğiniz her şeyi yapma özgürlüğünüzün olması başarılı tasarımlar yapmanızı sağlıyor.

Vitra ile 3 farklı seride çalıştınız. Bu 3 farklı banyo tasarımını birbirinden nasıl ayırıyorsunuz?
İstanbul’u 75 farklı üründen oluşan hala çok ilgi gören ve uzun yıllar satılacak olan, endüstrinin klasiği haline gelmiş olan bir seri. 2. koleksiyonum Mod’u tasarlarken ilkini taklit etmemeye özen gösterip diğerini aşmak istedim. İstanbul koleksiyonuyla hiç ilgisi olmayan bambaşka bir tasarım oldu. Mod “Az çoktur” yaklaşımının bir ürünü olan bu koleksiyon modern, mütevazı ve modüler özellikleriyle insanların hayatlarını kolaylaştıran seri. Her türlü gereksiz ayrıntıdan arınmış, ince hatlı, minimal bir tasarım. 3. koleksiyonum Freedom’da ise limitleri iyice zorlayarak 6 yılın sonunda sahip olunan teknolojinin de bilinciyle yaptığım işte daha da iyi olmaya çalıştım. Banyo mekanına baktığımızda güzel formların arasında dolaşıyoruz evet… Ancak simetriden çok asimetrik formların mekanda neler yapacağını görmek istedim.

Tasarımlarınız da malzemeyle nasıl bir ilişki kurarsınız?
Malzemeyi nasıl kullandığınız çok önemlidir bana göre. Mutfakta da geçerlidir bu. Aynı malzemeyi farklı insanlara verirsiniz, kimisi harika yemekler ortaya çıkarırken kimisi tatsız yemekler yapabilir. Malzemenin de br hafızası vardır, dolayısıyla tasarımın malzemeyle uyumlu olması, malzemeyi nasıl kullandığınız çok önemlidir. Banyo tasarımlarının temel malzemesi olan seramik çok deneysel özel ve insancıl bir malzemedir.Bu da, modelini yapıp kalıbını çıkarırken bize farklı şeyler deneme imkanı sunuyor. Seramik ağır ve nakliyesi masraflı masraflı bir malzemedir ancak banyoda hijyenik olması açısından her zaman tercih edilir.

Endüstriyel tasarımın bir modası var mıdır?
Endüstriyel tasarımda modayı kullanamazsınız çünkü fikirler çok kısa sürede değişir. W Dergisi’nde modanın 6 ayda bir değiştiğine dair bir yazı okumuştum. Endüstriyel tasarımda 6 ayda bir değişecek bir ürüne yatırım yapmanız çok ağır bir sorumluluk olur. Kısa vadede tüketim gerçekleştiğinde ticari bir başarı sağlamak da gerekir. Ancak para, kültürü satın alamaz. Dolayısıyla ben kültürel öğelere sahip ürünler tasarlayıp erişilebilir sanat yapmak istiyorum. Bu tasarladığım bir bisiklete yada su şişesine de uyarlanabilir.

ZAHA HADİD İLE YAPILAN RÖPORTAJ

The Guardian geçtiğimiz günlerde mimar Zaha Hadid ile 2012 Olimpiyatları için hazırladığı müthiş su sporları merkezi, çalışmalarının neden tartışma yarattığı ve Bağdat’ın yeniden inşası üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

The Guardian: 2012 Olimpiyatları Su Sporları Merkezi’ni siz tasarladınız. Binanın ardındaki konsepti açıklayabilir misiniz?

Zaha Hadid: Genel olarak bir –ya da iki- dalgaydı konsepti aslında ama biz organik morfoloji, su altı yaşamı gibi konular üzerinde de çalışıyoruz. Çatının dalgalı olmasının sebebi belirli bir miktar ışığı yakalamak istememizden kaynaklanıyor.

TG: İddialara göre bütçeyi üç kat aşmış. Bu doğru mu?

ZH: Orijinal proje tüm ihtimalleri ve tüm vergileri içermiyordu. Belki şimdi bazıları düşecek. Bu gibi konular hep maliyet getiriyordu, çok yarışmacı bir küresel pazar içinde beton, çimento ve çeliğin fiyatı çok yüksekti. Ve ayrıca yapım için farklı bir fiyat, diğer Herşey için ise farklı bir fiyat söz konusu. Bunları karıştıramaz ya da eşleştiremezsiniz.

TG: Sizce insanlar neden binanın örneğin fiyatından bu kadar etkileniyorlar?

ZH: Çünkü İngiltere’de tüm kamu yapıları çok araştırılıyor. Olimpiyatların, sonrasında bölgeyi nasıl yenileneceği konusuna çok ciddi biçimde odaklanılıyor. Bu yapı bir pavyon ve bir parktan meydana geliyor ve tüm çevreye hizmet ediyor; insanların bunu yalıtılmış bir proje olarak değil stratejik biçimde diğer yönleriyle de düşünmeleri gerekir.

TG: Boris Johnson ile herhangi bir anlaşma yaptınız mı?

ZH: Henüz yapmadık.

TG: Yapının maliyeti ile ilgili çıkan yaygara ve ekonomik durgunluk gibi nedenlerle “keşke daha mütevazı bir tasarım yapsaydım” dediğiniz oluyor mu?

ZH: Hayır. Durgunluk dönemlerinde cesareti arttırmak çok daha önemlidir ve daha önceden aceleyle yapıp bitirdiğimiz işlere dönüp bakarak onlardan ders almalıyız. Bu yapıları değiştiremezsiniz, havuzu küçültemezsiniz çünkü bu Olimpik bir havuz; soyunma odalarını ya da cam kaplamasını değiştiremezsiniz.

TG: Çalışmalarınız çok tartışılıyor. Tartışmalara özellikle mi yer açıyorsunuz?

ZH: Hayır, sadece farklı olduğu için insanlar ön yargılı davranıyorlar.

TG: Bir dönem bir çok ödül aldınız ancak işlerinizi hep diğer ülkelerde yapabildiniz, İngiltere’de hiç bir şey inşa etmediniz. Artık bu durum değişti mi sizce?

ZH: Sanmıyorum.

TG: Burada dışlandığınızı mı hissediyorsunuz?

ZH: Hayır. Sadece çok yazık çünkü işlerim burada aldığım eğitimin sonucunda ortaya çıkıyor ve bu tarz bir kente bir cevap aslında. Bu tarihi bir kentle ilgilenmenin bir yolu…

TG: Tehditkar bir yönünüz olduğu söyleniyor.

ZH: Bu konuda yapabileceğim pek bir şey yok. Bence bu role soyunan kadınlara pek alışık değiller sadece. Bu nasıl olmanız gerektiğini söyleyen bir dikte gibi. Ben bu tür kurallara pek uymuyorum.

TG: İngiliz olmamanızdan mı kaynaklanıyor sizce bu?

ZH: Bunun ırksal bir şey olduğundan pek emin değilim. Öyle olduğunu düşündüğüm zamanlar da oldu gerçi. Ama aslında bunun normları takip etmememden ve bu şekilde insanları rahatsız etmemden kaynaklandığını düşünüyorum. Yoksa onlara karşı tehlikeli ya da tehditkar olmak gibi bir niyetim yok.

TG: Bu kötü şöhretinizden memnun musunuz?

ZH: Zaman zaman eğlenceli buluyorum.

TG: Yakın zamanda bir ayakkabı ve bir musluk tasarladınız, eserlerinizin daha erişilebilir olmasını mı istiyorsunuz.

ZH: Hayır, sadece eğlence olsun diye yaptım. Daha fonksiyonel şekilde düşünmek gerekiyor çünkü küçük bir nesnenin her çizgisinin düzgün olması gerekiyor. Biçimsiz bir şey yapamazsınız, gerçekten bir heykel gibi üzerinde çalışmalısınız ama bu aynı zamanda bir musluk, o nedenle işlevsel de olması gerekiyor.

TG: Bağdat mimarisinden etkilendiğinizi söylemiştiniz.

ZH: Bağdat çok güzel banliyöleri olan çok harika bir kentti. Orta Doğu’da hayat diğer yerlerden büyük ölçüde farklıdır.

TG: En son ne zaman gitmiştiniz?

ZH: 1979’da.

TG: Yeniden inşasına katılmayı ister miydiniz?

ZH: İlginç olabilirdi ama oranın binadan fazlasına ihtiyacı var – yeniden inşa çok büyük bir emel. Çok fazla yıkım oldu ve bir toplumun, bir ulusun nasıl yeniden inşa edilebileceği üzerinde tekrar düşünülmesi gerekiyor. Bu iş birkaç kültürel yapının inşa edilmesinin çok ötesinde.

TG: Bağdat’ı özlüyor musunuz?

ZH: Arap dünyasında olmakla ilgili şeyleri özlüyorum, dili özlüyorum, içinden büyük nehirler geçen kentlerin belli bir sakinliği vardır. Kahire ya da Bağdat, fark etmez, oturur ve bu nehrin bin yıllardır buradan aktığını düşünürsünüz. Buraların çok sihirli anları vardır.

Kaynak: The Guardian

YALIN TAN İLE YAPILAN RÖPORTAJ

 

 

 

 

Bugün masanızın başına oturduğunuzda aklınaza gelen ilk şey neydi?

Bu işler nasıl yetişecek?

Bu masanın başına geçtiğiniz bir tam günü anlatmanızı istesek?

Genelde sabah gelir gelmez ajandamı gözden geçiririm. Bir gün evvel işten çıkmadan ekibimdekiler için bir proje hazırlığı yaptıysam sabah gelince yaptıklarıma göz atmaya çalıştım, sonra müzik açar mail’lerimi kontrol ederim. Ardından durmayan iş trafiği başlar ancak gün içerisinde toplantım yoksa akşamüstü saatlerinde tekrar masama dönüyorum ve artık başbaşayız…

Masanızda olmazsa olmaz üç şey…

18 yıldır yanımdan ayırmadığım Seikoshi cetvel, laptop ve kurşun kalem.

Masanızda en çok neyin bulunmasına dayanamazsınız?

Promosyon hediyelerini ne kendi masamda ne de başkasının masasında görmeye dayanamıyorum.

Bu masa başında çıkan en gurur verici işiniz?

İkiz oğullarım için tasarladığım odaları ve son dönemde Frame Dergisi tarafından En Yaratıcı Ofisler kategorisine seçilmiş Reklam Ajansı projemiz.

Masanızı sizin dışınızda kim hangi amaçla kullanır?

Asistanım Kısmet Kaya düzenlemek ve temizlemek amaçlı kullanır.

Masanızdan ne alınırsa çok siznirlenirsiniz?

Ral, NCS ve Pantone Katalogları.

Masanızın üzerine bırakılabilecek en güzel not…

Başarı, teşekkür ve kutlama adına bırakılabilecek tüm notlar beni mutlu eder.

Masanızı hiç farklı amaçlar için kullandınız mı?

İşlerimin yoğun olduğu zamanlarda yemek yemeye vakit bulamadığımda masamda atıştırıyorum.

Kimin masasını yakından görmek isterdiniz?

Babamın üniversite yıllarındaki masasını?

En büyük lüksünüz?

Bahar aylarında masamda otururken arka bahçeden Nişantaşı’nın en büyük avlularından birini rengarenk görebiliyor olmak.

Masa başındayken size ilham veren şey?

Yeni satın aldığım masaüstü aydınlatmam bana keyifli bir atmosfer sunuyor.

Masanızı nereden aldınız?

Koleksiyon Mobilya’dan aldığım bir masayı kullanıyorum.

ZEYNEP FADILLIOĞLU İLE YAPILAN RÖPORTAJDAN ALINTILAR

Bir müddettir lafı ortalıktaydı; Şakir ailesinin yaptırdığı, gelenekselle moderni buluşturma yöntemiyle bu çağın camisi olmaya namzet Şakirin Camii’nin içini Zeynep Fadıllıoğlu tasarlıyordu. Cami büyük bir törenle 8 Mayıs’ta ibadete açılmazdan evvel Fadıllıoğlu’yla buluştuk, dünya üzerinde cami tasarlayan ilk kadın olmanın ağırlığını, endişesini, gururunu, heyecanını konuştuk.

Zeynep Fadıllıoğlu’yla söyleşi için sözleşmemizle buluşmamız arasında üç gün vardı. Önce o esnada bulunduğu İtalya’da işlerini halletti, sonra Katar’a geçti, söyleşiler verdi. Öyle ki Şakirin Camii’nde buluştuğumuzda The New York Times’ın muhabiri ile Alman TV kanalı RTL’in kamerası hâlâ olay mahallindeydi.Çocukları Gazi, Gassan ve Gade Şakir tarafından, İbrahim ve Semiha Şakir adına İstanbul halkına bir ‘hediye’ olarak yaptırılan Şakirin Camii’nin iç tasarımını üstlendiğinden beri, başı hayatında hiç olmadığı şekilde kalabalık Zeynep Fadıllıoğlu’nun. Bir kere bilhassa yabancı basından söyleşi taleplerinin ardı arkası kesilmiyor. Fadıllıoğlu, bu cami haberine üçüncü sayfasından gayet geniş yer veren Le Monde gazetesinin tarif ettiği üzere ‘laik aristokrasiye mensup’ ailesi yüzünden de, uluslararası camiada hem çok konuşulan hem de saygın kurumlarca bizatihi ödüllendirilen mekân tasarımlarıyla da zaten kulakları çınlatılan bir isim. Bir Fadıllıoğlu olarak, en kestirme tabirle cemiyet sayfalarındaki mesai yeter… Ama yok, bu başka bir şey…

Bir Batılı beş duyusuyla ilerleyelim; hangi kâseye oturtulacağı bilinmeyen Türkiye gibi bir ülkede, tasarımda gelenekselle modernin hemhal olduğu bir cami yapılıyor. Ama bu yetmez. Haberin boyutunu asıl büyütense tasarımcının bir kadın olması…

Zeynep Fadıllıoğlu kesin konuşmak istemiyor, ama dünya üzerinde cami tasarlayan bir kadına dair bilgiye de ulaşamamış henüz. Diğer İslam ülkelerinde zaten zor olacağını düşünüyor. Amerikalı Müslümanlardan çok sayıda tebrik e-mail’i alması, Amerika’da da bunu deneyenin çıkmadığının işareti ona göre.

Fadıllıoğlu bir yandan kendisiyle gurur duyuyor, bir yandan hayatının en gergin dönemini yaşıyor. Çünkü bir de işin içeri kısmı var… Türkiye mahreçli her haber, her söyleşide başka bir temayül söz konusu. En önde duranı onun İslamiyet’e dair bilgisini tartıp biçmek, en azından Müslümanlığa dair en makro düzeyde soruları sormak…

Bir de kesile biçile ilerlerken yolda değişen cümleleri var. Bir yerde tasarımcı olarak İslamiyet’e estetik getirdiğini söylerken okuyabiliyorsunuz mesela kendisini. Konuşmanın önünü arkasını dinlediğinizde başka bir şey. “Ben nasıl böyle bir terbiyesizlik yapabilirim” diyor sadece…

Bütün bunları bir araya getirdiğinizde, kendini Türkiye adına, İslam âlemi adına, İslam âleminin kadınları adına konuşmak durumunda bulan bir insan var karşımda.

Bütün bunlar hoşuna gitmiyor mu? Hem de nasıl… Hele Batı basınına konuşmayı çok sevdiğini kendisi söylüyor. Her bir detayı 182. kez anlatmaya üşeniyor mu? Ona da hayır. Ama her şeyin birbirinin üzerine bindiği bir an oluyor demek ki… Yoksa bir insan daha söyleşinin 10 dakikası dolmadan, üstelik hiç de kanırtıcı bir soruya muhatap kalmadan niye birden ağlamaya başlar ki…

Araya başka biri girmesin, herkesle doğrudan kendisi muhatap olsun diye bir halkla ilişkiler şirketiyle çalışmayan, konuşurken en dere gibi akan cümlesini, ‘Şu kelime yanlış anlaşılabilir’ diye tadilattan geçiren, verdiği her poz için ‘Şöyle görünmesin’ diye endişelenen bir kadın… Şakirin Camii’nin iç tasarımını Zeynep Fadıllıoğlu’nun yapması, işin içine din girdiğinde ülkesinde ya da dışında, bir kadının bağrında hissedeceği yanlış anlaşılma korkusunu ortaya çıkarıyor en önce. Çalışırken istediğiniz din âlimine danışın, dilediğiniz ehil size el versin… Yine de derin bir korku bu.

Şakirin Camii’nin tasarımı gibi, gelenekselle modern buluştuğunda böyle oluyor galiba.

Yabancı basının bu camiye ilgisi, bir tasarımcı olarak yurtdışında aldığınız ödüllerden sizi bilmelerinden mi, yoksa doğrudan İslam, kadın ve camiyi bir araya getirişinizden mi?

Bizi tanıyanların dışında da bir ilgi oldu tabii. İngiliz basını bizi, işlerimizi bilir. Zaten BBC radyosuna verdiğim Boğaz ve çocukluğum üzerine bir ses kaydının etkisi oldu. Oradan aldıkları bilgiyle BBC camiyle ilgilendi ve bütün dünya duymuş oldu. İngiltere’den iki ödülümüz var, onlar bizi sahiplenirler, hatta kendi memleketimizden daha çok ödüllendirdiler bizi. Bilumum Almanya gazeteleri, dergileri; İsveç’ten geldiler sonra… Türkiye’de haber olmamızsa Le Monde’un üçüncü sayfasında çok büyük bir haber çıkmasıyladır.

Yabancı basınla konuşurken kendinizde Batı’da yanlış tanınan İslam’a dair bakışı düzeltmek gibi bir misyon hissediyor musunuz?

Aynen. Bu hiç sorulmamıştı, çok iyi oldu. Aslında burada asıl teşekkürü aile adına Gazi Bey’e (Şakir) etmek lazım. Bunu bana sağlayan sonuçta o oldu. Fakat birden yabancı basın, televizyonlar bu konuyla ilgilenmeye başlayınca kendimi İslam namına cevap veriyor buldum. “Bu benim saham değil” diyerek, teologlara, Hüseyin Atay’a danıştım doğrudan. Bu iş verildiğinde gerçekten çok heyecanlandım. Ama camiyi kullanacak cemaatin yanlış anlamayacağı, bir taraftan yenilik getirirken, bir taraftan onları dışlamayacağı bir tasarım olması için epey zorlandık. Aslında kendimizi çok fazla kasmışız. Birçok şeyi tasarladıktan sonra alanın uzmanlarından ‘Neden olmasın’ diye cevap aldık. İlahiyat Fakültesi Dekanı Mustafa Fayda da aynı yaklaşımdaydı.

Bu olmaz’ dedikleri bir detay oldu mu?

Hayır olmadı, ama yön gösterdikleri oldu. Ben cami seven, tasarımlarında camilerden zaten etkilenen bir insanım; camilerde çok çalıştım, yabancı bir konu değil bana. Ama tabii İslami hayat tarzını bilmek başka, tasarım yapmak başka. Hata yapmamak için kendimizi çok gerdik.

İçten içe tarihe geçiyormuşsunuz gibi bir duygu var mı?

Onu sonradan fark ettim. Evet, öyle bir duygu çok var. Ama inanılmaz yüksek bir stresi de var. Çünkü bir kere… Ay, arada böyle oluyor. (Birden gözlerinden yaşlar boşanıyor, bir süre duruyoruz.) Çok mühim bir işmiş, sonradan anladım. Modern tasarımda tanıdığım çok kıymetli mimarlar, tasarımcılar varken bize böyle bir fırsatın verilmiş olması çok heyecanlandırdı tabii. Fakat bunları düşünürken birden kadınlık namına bir soruya cevap verirken buldum kendimi. Sonra İslamiyet’le ilgili sorular… Benim öyle bir kimliğim de yok, birikimim de… Ama birdenbire mecbur da kalabiliyorsunuz.

Bütün bunlar size fazla mı geldi?

Fazla da demeyelim, yanlış anlaşılır, tansiyonlu geldi. ‘Bir kadın olarak İslamiyet…’ diye başladıklarında birden değişiyor.

 

Bu, hayatınızın en önemli işi mi?

E, bence öyle. Senelerce eşime ya da başkalarına birçok lokantalar yaptım, oteller yaptım, kişilere özel işler yaptım… Bütün buralarda insanların ruhunu anlayarak, memnun olacakları alanlar yarattık ama belirli kitlelere…

Bu bilmediğiniz bir kitle mi?

Aynen. O yüzden ‘Bir camide kendim nasıl hissetmek isterdim’den yola çıktım. Birçok insanla konuştum. Hattatımız imam Hüseyin Kutlu’yla başta çok konuştuk.

Bu cami öncesinde İstanbul’un daha ücra semtlerinde ya da Anadolu’da küçük camileri gezerken başınıza hiç mi tatsız bir şey gelmedi?

Geldi canım… Bir-iki arkadaşla birlikte Antalya’da bir camiden kovulduk. Benim çocukluğumda dua edeni rahatsız etmeden, camiye istediğin zaman girerdin. İşte kadınlar kısmını bulamayınca ayakkabılıkların orada dururken kovulduk. Zaten birçok camide kadınlar kısmı çok kötü, tuvaletlerin yanında çıkışlar…

Genel olarak usül, yol yordam bilir misiniz?

Bilirim, benim anneannem hafız. Dini bütün büyüdüm, bütün duaları bilirim, dua etmeden bir yere de gitmem. Ama bunu ortaya çıkarmayız tabii; benle ilgili bir şey…

Başka cami tasarlamayı düşünüyor musunuz?

İki teklif var şu anda.

Bir tasarımcı olarak bunun üzerinize yapışmasından korkmuyor musunuz?

Niye korkayım? Bize bir zamanlar oryantalist diyenler oldu. Kendi memleketinden nasıl oryantalist çıkılıyor, onu da bilmiyorum.

Bu camiye de oryantalist diyen çıkacaktır…

Oryantalizmin ne olduğunu bilmeyen kullanacaktır. Avrupalı kullanmadı bu lafı, yine bizim memleketteki bazı cahiller kullandı.

Gözünüzü Batılı bulan, buraya oradan baktığınızı düşünen çıkmaz mı?

Bunu düşünen kendi kültürünü biliyor mu? Burada ne Batılı gözüyle ele alınmış? Hiçbir şey Batılı değil, tam tersine gelen, çok kendinden hissediyor.

Bir söyleşinizde bu caminin politikleşmesinden korktuğunuzu söylüyorsunuz…

Tabii ki…

Siz yola başka türlü de çıksanız, nihayetinde politik bir mesaj verdiğinizi düşünmüyor musunuz?

Kendim vermemek için direndim, ama bu işin içinde bulunarak vermiş oluyorum galiba. Maalesef son devir İslamiyet’te kadın vurgusuyla ilgili imajlarda eksiklikler var ki bu kadar ilgi çekti. İkincisi, İslamiyet’i yeterince tanımıyorlar, İslami yüksek düşünürler de yeterince anlatılmıyor Batı’da

Bir söyleşinizde bu caminin politikleşmesinden korktuğunuzu söylüyorsunuz…

Tabii ki…

Siz yola başka türlü de çıksanız, nihayetinde politik bir mesaj verdiğinizi düşünmüyor musunuz?

Kendim vermemek için direndim, ama bu işin içinde bulunarak vermiş oluyorum galiba. Maalesef son devir İslamiyet’te kadın vurgusuyla ilgili imajlarda eksiklikler var ki bu kadar ilgi çekti. İkincisi, İslamiyet’i yeterince tanımıyorlar, İslami yüksek düşünürler de yeterince anlatılmıyor Batı’da

Düşüncenin durduğu bir çağda mıyız şu anda?

Avrupa’da durduğu yok. Bizde öyle olması lazım. Bütün İslamiyet dünyası durmuş durumda ve belli kalıplara göre hareket ediyor bence. Hatta onlar bazen hiç oturmuyor. Kıyafet önde oluyor, düşünce arkada gibi kalıplar var. Onlara göre hareket edince İslamiyet’in kalıbı gibi oluyor. Halbuki o geleneğin getirdiği bir şey.

Ailenizi, hayatınız boyunca bulunduğunuz çevreleri düşününce laiklik vurgusu yapan Kemalist…

(Keserek) Ben Kemalistliği kabul etmeyen biriyim. Ne demek Kemalist; çok saçma sapan bir şey. Bir de bana bir norm yakıştırılıyor. Bana sorulmadan, benim nasıl düşündüğüme kimse karar veremez. Buna ailem de karar veremez. Ben, evet, Cumhuriyet sayesinde çok şanslı büyümüş insanlardan biriyim. Mustafa Kemal’i de hakikaten inanılmaz kıymetli buluyorum ama Kemalist değilim. Mustafa Kemal’in yaptıklarını kıymetli buluyorum. Aynı zamanda onun, ‘Benim düşündüğüm tarzda düşünüp bir yere varın’ yaklaşımını önemsiyorum. Mustafa Kemal da ‘Beni takip edin’ demiyor ki… Ondan sonra gelenler kalıplarla hareket etmeye karar vermiş. Mustafa Kemal tam tersi devrimci, anarşist bir ruh yaratmış, bunun da devam etmesi, bilgi çağının yakalanması üzerine mesaj vermiş. Halbuki biz bir kalıbı durdurduk, şimdi bir başkasına girelim gibiyiz. Biz illa koyun olmak istiyoruz. Onu takip ederken, şimdi bunu takip edelim. Ben memleketin idaresinin laik olması gerektiğine inanan bir insanım. Ama sadece kendim gibi düşünen insanlarla yaşamak istemiyorum; farklı düşünenler olsun… Benim çocukluğum öyleydi. Komşularımız Ermenilerdi, Rumlardı, Boşnaklardı, Kürtlerdi ve bu farklılıkları ben hiç bilmedim. Sonra birden bir şeyler oldu; Rumlar ayrıldı, Ermenilere neler yapıldığını öğrendik. Ermenilerin yaşadığı sorunları biz epey sonra öğrendik. Fakat korkuları hep vardı, ben de ‘Neden korkuyorlar’ diye hep düşünürdüm. Bütün bunları sonradan öğrenmek çok acıklı bir şey. Ben kendi ofisimde beni hiç sevmemiş biriyle de çalıştım. Ama işini çok iyi yapıyordu. Ona da söylediğim şuydu;

“Bizi sevmek zorunda değilsin ama teknik olarak iyi donanımlısın. Çalışmaya devam etmek istiyorsan çalış.” Seven insanlarla çalıştığınızda belki daha farklı bir şeyler çıkabilir ama farklı düşünenlerin birlikte çalışmasından da iyi şeyler çıkabiliyor.

Bu caminin sosyetikleşmesinden korktuğunuzu söylediniz…

Aslında ben öyle bir şey demedim. Öyle bir korkum da yok. Daha bu işe yeni başlamıştık, tam hatırlamıyorum nereden olduğunu, bir haber kanalından “Bu camide oturarak mı namaz kılınacak?” diye sordular. Dedim ki, “İsterseniz bu soruyu hiç sormamış olun. Sorularınız bu şekilde devam edecekse, lütfen benim vaktim de kısıtlı…” Demek kendisi İslamiyet’i o kadar bilmiyor, o kadar uzak ki, beni de öyle bir yere koydu kafasında. Biz orada değiliz maalesef. Ben o uzaklıkta zaten değilim. Modern görünmemin bir sakıncası yok diye düşünüyorum. Başka yerlerde böyle anıldıysa da benden dolayı değildir, atıf başkasınadır.

Sosyetik demeyelim; dinle ilişkisini nereye koyacağını bilemeyen, kendini laik olarak tanımlamış orta sınıfın camisi olabilir mi?

Bu söylediğiniz de son dönem ortaya çıkmış bir şey. Ben Yeniköy İlkokulu’nda okudum, oralarda yetiştim. Bütün yörenin bakkalı, kasabıyla beraber oradaki lokal camiye girerdik, açıkhava sinemasına giderdik. Biz ayrımlar içinde büyümüş bir kitle değiliz. Hep beraber eğlenirdik, hep beraber denize girilir, kürek çekilir, Zeynel Dondurmacısı’nda da yemek yenirdi. Hepimiz hâlâ arkadaşız. Öyle bir ortamda büyümediğimiz için böyle soruları anlamam zor. Bizde kesim yoktu; imkân farklılıkları vardı ama o farklılıkları gösterecek yerler yoktu. Böyle bir tüketim ekonomisi de yoktu. Bütün bunlar sonradan çıktı. Tabii ki annemlerin, Cumhuriyet çocukları olarak algıları daha kalıplar içinde diyebiliriz; korkuları daha yüksek. Ben kültürümüze ve milletimize güvenen bir yapıdan geliyorum. Ama oturan bir yapıdan da gelmiyorum.

Adını ne koyarsanız koyun, din üzerinden toplumsal bir kutuplaşma döneminde olduğumuz kesin. Daha çok merak ettiğim, çevrenizden, eşinizden dostunuzdan size ‘Ne işin var camiyle…’ diyen çıkıp çıkmadığı…

Hayır. Yanlış anlaşılan bir şey de var, bir arkadaşım espri olarak “Neden okul yapmıyorsun?” demişti, bunu da bir gazeteciye söylemiş bulundum. Halbuki onda da o kadar kalıplaşma vardı ki, cami yapıyorum deyince, benim para koyup cami yaptırdığımı düşünmüş. Ben de kestirme konuşmuşum tabii; ‘Cami tasarımında çalışıyorum’ dememişim. Onun dışında herkesten ‘Harika’, ‘Çok heyecanlı’ gibi tepkiler aldım. Mutlaka kafasında soru işareti olan olmuştur.

Size mi belli etmediler?

Bu kadar uçların oluştuğu bir toplulukta mutlaka ‘Bunu niye yapıyor ki’ diyen olmuştur ama kimse bana öyle bir şey söylemedi. Bunun sorusunu soran çok yabancı oldu.

Ben ruhen o kadar ayrıştığımıza da inanmıyorum. Bence kitleler birbirinden korkutulmaya başlandı. Sadece İslam korkusu değil. Türk’le Kürt’ü de birbirinden korkutuyorlar, şimdi topraklarımızı alacak diye Ermenilerden korkuyoruz. Laik olanların yüzde 70-80’i zaten Müslüman olarak tanımlıyor kendini. Sadece kendilerine tanımadıkları bir şablon getirilecek diye istemiyorlar gördüğüm kadarıyla. Tanımlayamadıkları için bir kutuplaşma oldu, eksik olmasın herkes de bunu artırmak için elinden geleni yapıyor.

Caminin dış cephe ve zemin kaplamaları Kayseri taşından; uygulama Kadir Akorak’a ait. Ana kubbe cepheleri, kadınlar mahfili, korkuluk ve revaklardaki şebekeler alüminyum Selçuk dökmeyle Kaya Kalaycı tarafından yapıldı. Kubbe kaplama malzemesi olarak balık pulu formunda alüminyum kompozit levhalar kullanıldı. Mavi kubbe, gece ışık efektiyle oluşturuldu. Tüm iç ve dış ışık tasarımı ve uygulaması, İngiliz aydınlatma tasarımcısı Arnold Chan imzalı…

Ana kubbe iç cephe kaplamaları, Kur’an sayfalarının Nur Suresi satır aralarından tasarlanan desenlerin, şeffaf cam üzerine işlenen panellerle kapatılmasıyla oluşturuldu. Uygulama Orhan Koçan’ın elinden çıktı. İç avlu giriş kapıları, ana kubbe giriş kapısı ve sergi alanı giriş kapısı da Koçan’ın eseri.

Ana kubbe zemin renginde Tophane işi renklerden esinlenildi. Çarkıfelek tasarım ve uygulama, Hüseyin Kutlu ve Semih İrteş tarafından gerçekleştirildi. Ana kubbe ortası Fatr Suresi, etrafı ise Mülk Suresi.

Minber, Zeynep Fadıllıoğlu’nun ekibi Zf Design tarafından tasarlandı. Minberin üzerine kâinatı temsil eden yaprak formları, Prof. Tayfun Erdoğmuş tarafından yerleştirildi. Mihrap da aynı isimlerin elinden çıkma.

Avize içerideki en modern tasarım; pleksi, metal, ayna ve cam taşları bir arada kullanıldı. Orhan Koçan ve Nahide Büyükkaymakçı tarafından yapılan dev avizede Allah’ın 99 ismi ve Nur Suresi yer alıyor. İç avluda bulunan şadırvan tasarımı ve uygulaması da William Pye’ın işi…

 

RİCKY BURDETT İLE MİMARLIK HAKKINDA SÖYLEŞİ

Urban Age konferansları ilk olarak nasıl ortaya çıktı? Urban Age’in problem olarak tanımladığı şeyler nelerdir ve tam olarak neye dikkat çekmek istiyor?
Urban Age daha güzel şehirler inşa etmek için gerekli araçları sağlıyor. Karar verici merciler genellikle kentsel gelişimi yönetmek ve kısa dönemden uzun döneme sürdürülebilir yatırımı garantilemek yetisinden yoksundurlar. London School of Economics ve Deutsche Bank’a bağlı Alfred Herrhausen Society işbirliğinde düzenlenen Urban Age programı, dünyanın dört bir yanından belediye başkanlarını bir araya getirerek bir dizi tartışma ortaya koydu. Buradaki temel hedef kent politikalarını bir araya getirerek mercilerin, mimarların, plancıların, ekonomistlerin ve aktivistlerin kentin fiziksel formu ile sosyal özellikleri arasındaki farkı anlamaları ve kent sakinlerinin ihtiyaçlarına doğru orantılı çözümler, projeler üretmeleri.

Urban Age’yi oluşturan farklı uzmanlıklardan bahseder misiniz?
Urban Age 2005 yılından bu yana Mumbai, Sao Paulo, Johannesburg, London, Maksika, New York, Berlin ve Şangay gibi farklı şehirlerde disiplinlerarası bir diyalog kurmuş durumda. Yazarlar, mimarlar, aktivistler ve belediye başkanları; sosyolojistler, iklim değişimi uzmanları, avukatlar, ekonomistler ve ulaşım uzmanlarıyla birlikte kent gelişimi üzerine tartışıyorlar. Kent liderleri, Urban Age konferanslarından daha kapsamlı topluluklar yaratmada kullanılabilecek fikirler ve stratejilerle baktığımızda, bu konferansların etkilerini ciddi anlamda görüyoruz.

Urban Age konferansları Kasım, 2009’da İstanbul’da düzenlenecek.İstanbul’un coğrafi konumu haricinde, diğer hangi özellikler bu kararınızda etkili oldu?
İstanbul’da endüstriyel faaliyet ve servis sektörü oldukça yoğun, fakat kent sakinlerinin çoğu kendi inşa ettikleri evlerde yaşıyor. Kentin tarihi ve doğal kaynaklarının nasıl korunduğunu, kirliliğin nasıl önlendiğini, merkez dışındaki gelişimin sürekliliğinin nasıl sağlandığını ve son yirmi yılda iki katına çıkmış bir nüfusla hayat kalitesinin nasıl korunduğunu kavramak, gerek İstanbul sakinleri gerekse diğer kent liderleri açısından oldukça önemli.

Düzenlenecek konferans ve etkinliklerin yanı sıra Deutsche Bank Urban Age Award İstanbul’dan bir projeye 100 bin dolarlık bir para ödülü verecek. Bu ödül verilirken değerlendirme kriterleri neler olacak, kazanan projede beklenen özellikler neler?
İlk Deutsche Bank Urban Age ödülü, 2007 yılında, Urban Age Hindistan konferansında Mumbai’ye verildi. Geçen sene ise, Urban Age Güney Amerika konferansının bir parçası olarak Sao Paulo’daki bir proje ödüllendirildi. Bu iki şehirde, kent sakinlerinin içinde yaşadıkları bölgeleri geliştirmek adına nekadar etkili olabileceğini gördük. Deutsche Bank Urban Age Ödülü kentlerdeki örnek projeleri belirlemek ve sivil toplum, devlet ve özel sektör arasındaki iş birliğinin daha iyi toplumların yaratımına nasıl ön ayak olabileceğini ortaya koymak amacı güdüyor. Bu sene İstanbul üzerine odaklanacağız, değerlendirme kriterlerimiz her zaman için bu yöndeki amaçların hayata geçirilmesi adına gerekli esnekliğin sağlanması ön planda tutuluyor.

 

ÇİN’DE YAPILAN GÖRKEMLİ EV

Gobi Çölü’nde kültür sanatın ön plana çıkacağı sıfırdan bir şehir kuruluyor. İsmi Ordos. Han Tümertekin işte bu şehrin 100 mimar tarafından yapılan ilk mahallesi için ev tasarladı. Han Tümertekin, yıllardır takip ettiğim mimarlardan. İlk tanıştığımızda 2000 yılıydı ve dünyanın en prestijli mimarlık ödülü olarak bilinen Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne layık görülen Assos’taki B2 adı verilen bir kır evini projelendiriyordu. Sonra Türk Ekonomi Bankası’nın Amsterdam’da büyük beğeni kazanan binasını tasarladı. Japonya’da bir anıt yaptı. Ardı zaten çorap söküğü gibi geldi. Han Tümertekin imzası taşıyan oldukça yalın evler, ofisler, mağazalar sadece bizim değil, dünyadaki önemli mimarların da dikkatini çekti ve sonunda onu, dünyanın öteki ucunda Çin’in Moğolistan yakınındaki Gobi Çölü’nde bir evi projelendirirken buldum. Ünü artık dünyaya yayılmış olan mimar Han Tümertekin, Çin’de henüz sıfırdan kurulmakta olan bir şehrin ilk mahallesini yapmak üzere dünyanın 32 ülkesinden özenle seçilen 100 mimar arasına giren tek Türk oldu.

Çin’deki Gobi çölünde bir şehir kuruluyor. Şehrin ilk mahallesi içinse çok iddialı bir proje yapıldı. Dünyadan 100 mimar seçildi ve birisi de siz oldunuz, gerisini sizden dinleyebilir miyiz?
Bu proje hafif şaka sandığım bir elektronik posta mesajıyla başladı. Şu ara herkesin bildiği işleri Çin’deki ‘kuşyuvası’ stadyum projesi olan mimarlar Herzog&Meuron imzasıyla bana bir e-mail geldi. Şöyle diyordu. İç Moğalistan’da Çinli bir yatırımcı bizden 100 villadan oluşacak bir yerleşme planlamamızı istiyor. Bu Gobi çölünde inşa edilecek yeni bir şehrin ilk mahallesi olacak. Biz de yerleşmenin genel planlamasını yapmayı ama evleri tek tek tasarlamayı düşünmüyoruz. Evleri dünyadan seçeceğimiz 100 mimarın yapmasını istiyoruz. Bu konuyla ilgilenir misiniz? Tabii ki ilgilenirim diye mesaj attım ve ilişki öyle başladı. Uçsuz Bucaksız Kum

Bu ne zaman oldu?
2007’nin ilk aylarıydı. Sonra ilginç olan bir yıla yakın bir süre ses çıkmadı. Derken yılbaşında bir email bombardımanı başladı ve Çin’e davet edildim. Projeye başlamadan önce Gobi çölüne gittiniz mi, çölde yürüdünüz mü peki? O manzara inanılmaz gibiydi. Şubat ayında gittik ve burası Çin’in Moğolistan sınırına yakın bir yer. Alabildiğine kum daha doğrusu biz gittiğimizde karla kaplı dümdüz uçsuz bucaksız bir çöle gittik yani. Gobi çölünün ortasında kara kara insanlar dolaşıyor! Düşünün dünyanın 32 ülkesiden 100 mimar, çölün ortasında simsiyah paltolarımızla araziye bakıyoruz, parseller belirleniyor. Sizin şurası, sizin şurası deniyor falan. Ve bir otele kapanıyoruz, 5 gün boyunca projeyi tüm mimarlar tartışıyoruz. Sanat Şehri Çin inanılmaz projelerle hep karşımızda…

Haklısınız. Düşünün şu anda Çin’de 400 tane sıfırdan yeni şehir kuruluyor. Öylesine hızlı bir şehirleşme yaşanacak ki köyden gelecek insanlar için evler inşa ediliyor. Yanılmıyorsam 2025 yılında yeni 400 milyon şehirli olacak varsayımı yapılıyor.

Ama sanıyorum sizin projeniz fakir Çin halkı için değil, bu projenin sahibi kim? Ve hedeflenen kitleyi biliyor musunuz?
Çin’in süt kralı diyorlar ona. En büyük süt üreticisi Kai Jiang’a ait proje. Parasını sanata ve mimarlığa yatırıyor. Düşünün bu mahalle sanat eserleri için yapılan bir çağdaş sanat müzesinin etrafında oluşturuluyor. Kai Jiang ünlü Çinli sanatçı Ai Weiwei ile çalışıyor. Ai Weiwei ve ünlü mimarlar Herzog&Meuron’un birlikte hazırladığı bir proje bu. Bizler 1000 metrekarelik villalar yapacağız. Evet böylesi bir projenin kimleri için yapıldığı daha ilk toplantıda soruldu. İşveren, dünyada ünlü ve ilginç tasarımlar yapan bir mimardan ev sahibi olmak isteyen herkese açık dediler. Çin olarak bakmamak lazım.

Şehrin ismi ne?
Ordos. Zaten projenin adı da Ordos 100. Bu şehir sanat ve endüstriyi bir araya getirecek. Temalı bir şehir yani. Opera binasından, kütüphaneye kadar her şey özenle düşünülmüş. Çinliler projeyi 100 günde tamamlayacak Çinliler inanılmaz hızlı. İnşaat yeni başlıyor ve diyorlar ki 100 mimar, 100 ev ve 100 gün. Kışın zor şartlarında yaptıklarını görünce 100 günde bu mahalleyi bitireceklerine inanmaya başladık.

Ordos 100’e proje yaparken neye dikkat ettiniz?
Burası neticede bir çöldü. Yani yazın çok sıcak olacak, geceleri çok soğuk olacak, kışın da buz gibi olacak. Onun için her ne kadar şehir bittiğinde çöl görüntüsü olmayacaksa da çölün iklimi olacak. Dolayısıyla projeye başlarken çöl iklimi hareket noktamız oldu. Onun için de daha içine kapalı, kalın duvarları olan bir yer çıktı ortaya.

Mahalle ne zaman bitecek?
Çinliler inanılmaz hızlı inşa ediyorlar. İki ay arayla çöle ziyaret yaptık ve zor kış şartları vardı. Buna rağmen yürüyen inşaatların vardığı noktayı da görünce 100 günde bitirileceği söylemine inanmaya başladık. 100 mimar, 100 ev, 100 gün. İnşaat henüz başlamadı. Şu anda 100 proje elde edildi, detaylandırılıyor. Onayları alınıyor.

Türk mimarlar son dönemde başarılı projelere imza atmaya başladı. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Hiçbir şey eskisi gibi değil. Dünya birbirinden çok daha hızlı haberdar olmaya başladı. Düşünün Basel’deki bir mimarlık bürosu, İstanbul’daki bir mimarı biliyor ve derhal ulaşabiliyor. Bir de tabii bizim kuşak kendisini daha hızlı uluslararası ilişkilerin içinde buldu.

İmkânı olan asıl bu dönemde inşaat yapsın Ekonomik kriz mimari projeleri etkileyecek mi?
Ben Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nin yönetim kurulu üyesiyim şu anda. Geçenlerde Cenevre’de toplandık. Önemli isimler var yönetim kurulunda. New York Museum of Modern Art’ın (MOMA) başkanı var. Norman Foster var. Şöyle bir görüş var. Genelde ekonomik krizler önce ileriye dönük olduğu için mimari projeleri vurur. Ancak başka bir görüş daha vardı. İnşaat maliyetleri çok düştüğü için, imkanı olanların bu dönemde inşaat yapmaya yönelmeleri de sık rastlanan bir durum. Çünkü birkaç yıl önce 100 liraya imal edilecek bir proje, bugün 50’ye imal edilebilir. Tamam çeşitli zorluklar olacak. Projelerin bir kısmı durabilir ama her şey durmayabilir. Bu durumu kullanmak gerekir.

Harvard Üniversitesi, ders versin diye tekrar çağırdı Harvard Üniversitesi’ne davet edilmiş ve tasarım bölümünde proje çalışması yapmıştınız. Biraz anlatır mısınız?
Dört aylık bir stüdyo yöneticiliği yaptım. Dünyanın müthiş iddialı bir karmasının içine düştüm. Öğrenciler çok iddialıydı. Hep dünyanın en iyi üniversitelerini bitirmiş, bilgili ve müthiş bir rekabet içindede olan öğrencilerdi. Öğrencilerin kendi arasında rekabet vardı, hocaların kendi arasında. Anladım ki boşuna herkesin yolu Harvard’tan geçmiyor. O dönem iki hafta Boston’da, bir hafta İstanbul’da yaşadım. Rekabet ortamının geliştirici ve öğretici tarafının yanında, müthiş hızlı bir ilişkiler ağının içine düşmüştüm. Gördüm ki mesela Çin’deki projede dünyadan seçilen 100 mimarlık ofisi içinde, Harvard’ta hocalık yapmış 10 kişi, okumuş 10-15 kişi vardı. Şimdi yine bir davet aldım. workshop (atölye) çalışması için hazırlık yapıyorum. Bir dönem daha orada olacağım.

Mimarlık tarihinde ilk kez 100 mimar ortak bir projede çalıştı, siz mimarlar için şaşırtıcı olmuştur herhalde bu proje… Egoları yüksek insanlar değil midir mimarlar, böyle bir projeyi nasıl kabul ettiler?
Dünya mimarlık tarihinde bir ilk bu. Haklısınız, egoları yüksektir mimarların. Birkaç nedenle bir araya geldik sanırım. Birincisi böyle bir seçime konu olmak herkesin hoşuna gitti. Çünkü seçimi yapan mimarlık ofisi dünyanın iyilerinden biri. Tabii 100 mimar birlikte nasıl davranacağımız önemli bir konuydu. Her bir mimar olabildiğince özgün bir şey yapmak istiyor ama o özgünlük tanımı bağırarak mı, dikkat çekerek mi? İşte o herkese göre değişiyor. Nitekim projenin ilk sunuşu yapıldığında ki ilk etapta 33 mimardık. Açıkça şu göründü ki iki problem var. Birincisi olabildiğince şekliyle dikkat çekenlerin yarışı, diğeri de orada şu anki ortamın sonsuza kadar süreceğini düşünen, yani çölün ortasında bir heykel gibi var olacağı sanılan yapıların yarışıydı sanki. Oysa aslında orası bugün bomboş olsa da sonunda bir şehir olacak ve binalar yan yana dizilecek.

Assos’ta yaptığı ikinci ev Tokyo’da sergileniyor Arka arkaya ilginç davetler aldığınızı görüyorum. Tokyo’da önemli bir sergiye dünyadan davet edilen 15 mimar arasına da girdiniz. Yolculuk ne zaman?
5 Aralık’ta gidiyorum. Peter Cook ve Toyo İto isimli iki ünlü mimar tarafından projelendirilen Asya Pasifik ve Avrupa’da Mimarlıkta Yeni Trendler Sergisi. Fransa’dan, İngiltere’den, İspanya’dan, Macaristan’dan, Portekiz’den, Avusturya’dan, Çin ve Tayvan’dan mimarlar var. Assos’ta yeni yaptığım bir ev var. O projeyle katılıyorum. Evet dolaşacak. Tokyo’dan sonra Lizbon, Barselona, Linz, Şangay, Hong Kong, Taipei ve İstanbul’a gelecek.

Beyoğlu’na alışveriş ve kültür merkezleri yapıyor Beyoğlu’nda bir sinemanın da içinde olduğu alışveriş merkezi projeniz var, biraz yaptığınız işlerden söz eder misiniz?
Eski Hayat Sineması’nın da içinde olduğu ve Demirören Grubu’na ait 20 yıldır boş duran bir binaydı orası. Kaba inşaatı ilerliyor şu anda. Tarlabaşı’ndaki yenileme projesindeki en büyük yapı alanını yapıyoruz. Garanti Bankası için 2010’a yetişecek şekilde Osmanlı Bankası binasını Kültür Merkezi’ne dönüştürüyoruz. 10 bin metrekarelik bir alan orası. Anıtlar’dan geçti, proje yakında başlayacak. İstiklal Caddesi’nde şu anda Platform Sanat Galerisi’nin olduğu binayı yapıyoruz. Garanti Bankası o binayı da 2010’a yetiştirmek istiyor.

Yaptığım tasarımda gereksiz hiçbir şey yok Ofis olarak kullandığınız bina, tarihi bir kilisenin müştemilatı. Kapıda isim dahi yazmıyor. Ofisinizden başlayarak sizin imzanızı taşıyan projelerin ortak özelliği çok yalın olmaları diyebilir miyiz?
Mimari tarzınızı nasıl tanımlıyorsunuz? Ofisteki mimar arkadaşlarla sürekli vıdı vıdı bir birimizi yediğimiz konu şudur. Gerekli olmayan hiçbir şeyi projeye koymamak. İnsan kendini rahat bıraktığında, azıcık bir yeteneği de varsa gerçekten kapıp koy verebilir. Bütün mesele kendi kendini dizginlemek. Çin’in süt kralının inşa ettiği şehirde ev yapıyor